Kaynağım İnsan TV – 1, Merhaba

Aslında bu videonun altına yazı yazmak gereksiz. Sadece izlemek yeter, video maksadını izleyicisine olabilecek en açık şekli ile anlatıyor …. anlatmaya çalıştım.

Ancak yazılarımı okumaya alışmış takipçimin “bu da nesi?” diye kendi kendine sorup videoyu izlemeden önce yazıya yönelme olasılığını da gözardı etmemek gerek. 3:54 dakikalık yukarıdaki videoda sadece beni göreceksiniz. Çok amatör bir kayıt. Fazlasını da beklemek hayalcilik olur. Düşünsenize teknik işlerden çok iyi anlayan bir kadın İK’cı … rüya mı bu?  😀

Önümüzdeki günler içinde Kaynağım İnsan’ın hem ana sayfasında, hem de bütün içeriğinde önemli yer tutmasını planladığım bir bölüm olacak Kaynağım İnsan TV. Şu an çalışmaları sürüyor. İkinci videonun içeriği için sosyal ağlardan gerçekten güzel geri dönüş aldım. Dilerim bu katılım hep devam eder.

İyi seyirler, görüşleriniz ve sorularınızı bekliyorum 🙂


21. Yüzyıl İK’sı

20. yüzyılı devireli on bir yıl oldu. Ve bu on bir yıl, onlarca yıla eşit değişiklikler yaşattı bize. Teknolojinin inanılmaz değişim hızı gündelik ve iş hayatımızı baştan sona farklılaştırdı. Beklentimizı, vizyonumuzu açtı teknoloji. Ben bir İK’cı olarak şu son yıllarda mesleki olarak öğrendiğim ve uyguladığım yenilikleri büyük bir coşku ve şaşkınlık ile karşılıyorum.

21. yüzyıl yani Bilgi Çağı ne getirdi bize? Sanayi Çağı’nda ne yaşamıyorduk da şimdi yaşar olduk?

Elbetteki cevap bilişim teknolojileri. Kağıt üzerinden çok hantal yürüyen İK iş süreçlerimiz BT sayesinde jet hızına ulaştı. Teknolojinin sunduğu imkanlar İK’cıların algısını genişletti, mesleki yaratıcılık ve üretimlerini arttırdı.

Bilgiye sahip insanın altın değerinde olduğu bir dönemdeyiz. Bastıra bastıra “yetenek” diyoruz. Bir yetenekli insanın şirketi baştan aşağı değiştirebileceğini artık biliyoruz ve onları arıyoruz, hatta kimi zaman umutsuzca. Yetenek Yönetimi sistemi kurmanın ciddi bir maddi yükü olduğunu biliyoruz herhalde. Kaçımız bu maliyeti karşılaması için üst yönetimi ikna edebildi?

Yetenekli insanların tercih ettiği işveren olmak için birşeyler yapmamız gerektiğinin farkındayız. Belki yapıyoruz, ama belki de ‘işveren markası’nın ne olduğunun bile farkında değiliz ! (Bakınız Monster Türkiye İşveren Markası Araştırması)

Önümüzde internet duruyor, onunla ne yapıyoruz? Şirketlerimizde sosyal ağların kullanımı komple yasaklanırken siz de “evet, verimliliği gerçekten düşürüyor” mu diyordunuz ? Yoksa zaten siz de diğer üst yöneticiler gibi sosyal medyayı saçma ve zaman kaybı olarak mı görüyorsunuz?

Belki de bu yukarıda yazdığım yetenek yönetimi, işveren markası ve sosyal medyayı başarıyla işletiyorum diyorsunuz. O zaman eminim onların performanlarını ve yapılan yatırımın geri dönüşünü de ölçüyorsunuzdur. Stratejik İK Yönetimiz saat gibi işliyor ve İK metrikleriniz sizin başarınızı kanıtlarcasına belirli ve yürürlüktedir … değil mi?

Sorularıma cevaplarınızın olumlu olmadığını tahmin ediyorum. O zaman size daha da acı bir reçete vereyim:

Size 21. yüzyıl İK’sının dört unsuru bulunuyor:

1. Yetenek Yönetimi,
2. İşveren Markası,
3. Sosyal Medya,
4. İK Metrikleri

Yetenek Yönetimi süreçlerinizi doğru yapılandırmak istiyorsanız işveren markanızı oluşturmanız, konumlandırmanız, yaşatmanız ve geliştirmeniz gerek. İşveren markanızı yaşatacağınız ana mecra ise artık bütün kuşakların bir tık ötede olduğu sosyal medya. Çıkarttığınız işlerin sonuçlarını sayılarla ifade ederek de stratejik yol haritanızın doğru olduğunu kim isterse gösterebilirsiniz.

Ey İK’cılar !

Yetenek Yönetiminde çömeziz. İşveren markasından habersiziz. Sosyal medyada yokuz. Eğer varsa, metriklerimiz 20. yüzyıl standartlarında.

Şimdi bana kimse biz Türkiye’de “21. yüzyıl İK’sını başarıyla uyguluyoruz” demesin. Hepimiz halen Sanayi Çağı’nda güle oynaya yaşayarak, Bilgi Çağı’na yönelik üç maymunu oynamaya devam ediyoruz.

Lütfen artık derin uykumuzdan uyanalım !

 

Jack Welch Yönetimi – Jeffrey Krames

Jack Welch kimdir?

Benim aklıma ilk başta “GE’nin efsanevi CEO’su ve işletme-liderlik gurusu” tanımlaması geliyor. Sonrasında ise pek çok yerde okuduğum Welch’in “Dünyanın en iyi stratejilerine sahip olabilirsin ama doğru insanlarla çalışmıyorsan bunların pek bir değeri yoktur.” sözü.

Jack Welch’in kitapları yanında, pek çok iş kitabında onun GE’de yaptıklarından örnekler verilir. Ama bir kitap var ki, Jack Welch’in yönetim-liderlik yeteneğini haplaştırmış şekilde sunuyor: Jeffrey A. Krames’in ‘Jack Welch Yönetimi

Kitapta Welch’in GE’deki 20 yıllık CEO’luk dönemindeki yönetimi analiz ederek oluşturulmuş 24 dersi bulabilirsiniz. Derslerin sonunda ise öğrendiklerinizi hayata geçirmenizi sağlayabilecek önerilerde bulunuyor yazar. Kitaba renk veren ise Welch’in her ders içinde serpiştirilmiş ‘özlü sözleri’. Her biri altın değerinde, düşündürücü, heyecanlandııcı, ilham verici cümleler…

Yöneticiler, patronlar, “bir gün ben başarılı bir lider olacağım” diyen herkesin okuması ve başucu kitabı olarak konumlandırması gereken bir eser.

Dünya Şampiyonu Onlar !!!

Yıldız Kız Voleybol Milli Takımımız dün Dünya Şampiyonasında Çin’i 3-0 yenerek DÜNYA ŞAMPİYONU oldu.

Bu MUHTEŞEM ve beni çok da şaşırtmayan bir başarı. Yıllardır sürekli yükselen bir başarı grafiği ile ilerliyorlardı. İstikrarlı performansları ve azimlerinin karşılığını aldılar.

Televizyondan onların coşkularını, mutluluklarını izledikçe,  uzatılan mikrofonlara “biz çok güçlüyüz” diye haykırışlarını duydukça “İşte bu” dedim. Formul bu:

Emek + inanmak + takım olmak + daha fazla emek vermek + mücadele etmek + istikrar = BAŞARI

Yıldız Kız Voleybol Milli Takımındaki bütün oyunculara ve antranörlerine tek tek teşekkür etmek istiyorum. Başarının Bayan A Millilerimiz tarafından da devam ettirilmesini gönülden diliyorum:

Oyuncular:
Damla Çakıroğlu,
Şeyma Ercan,
Ece Hocaoğlu,
Buket Yılmaz,
Melisa Kerman,
Ceyda Aktaş,
Lila Toner,
Nursevil Aydınlar,
Kübra Kegan,
Cemre Kuzuoğlu,
Kübra Akman,
Sabriye Gönülkırmaz,
Ceylan Arısan,
Dilek Kınık,
Dilara Bağcı.

Antrenör: Şahin Çatma
Yardımcı Antrenör: Mustafa Suphi Doğancı
İstatistik Antrenörü: Gencer Yarkın
Masör: Murat Cesur:

Fotoğraf: Türkiye Voleybol Federasyonu web sitesi

İnsan Kaynaklarına Genç Bakış

Size bu sefer tanıtacağım İK blogu bambaşka: İnsan Kaynaklarına Genç Bakış

Hemen soracaksınız “neden bambaşka?”

Çünkü mesleki bir blog ancak bu derecede başarılı bir şekilde kişisel blog kıvamında kurgulanabilir. Blogun sahibi Gülsüm Müftügil iş bilgisi ile özel hayatı, düşünceler ile eleştirileri akıcı, eğlenceli ve içten üslübuyla sanki sohbet ediyormuşsacasına size sunuyor. Her yazısını gözlerinizde gülümseme ile okuyorsunuz. Her yazıda kendinizden bir parça bulabiliyorsunuz.

Gülsüm ile diyaloğumuz özellikle onun pozitif enerjisi ve öğrenme hevesi sayesinde kısa sürede çok gelişti. Bu üretkenliğinin artarak devam etmesini diliyorum. Hayata dört elle sarılan Gülsüm’ün geleceğinin de her anlamda çok parlak olacağını biliyorum.

Düşünmeye, öğrenmeye, paylaşmaya, hayatı ve mesleği sorgulayarak yaşamaya devam sevgili Gülsüm 😀

 

 

 

Ayşe Dural

Bir profesyonel olarak mesleğimi ve yaptığım işleri kelimelere dökmek ne zormuş! Nereden başlayacağımı, nasıl başlayacağımı düşünüyorum bu satırları bile yazarken. Liseden başlamaya karar verdim! Ama önce mesleğimi yazayım da merak etmeyin: Gazeteciyim.

Ve işte, iş hayatımın bir dökümü.

Lise yıllarında kafamda avukat, psikolog, diplomat ve gazeteci olmak vardı. Avukat olmak istiyordum çünkü babam hukuk profesörü ve annem avukattı; psikolog olmak istiyordum çünkü lisede Madame Lilian isimli psikoloji hocamız bana psikolojiyi tanıtmış ve sevdirmişti; diplomat olmayı yurtdışında yaşamanın maceralı olacağını düşündüğüm için istiyordum; gazetecilerin hayatı büyülüyordu beni ve üstelik tek kanallı televizyonda yanılmıyorsam ‘Gazeteciler’ isminde bir diz vardı onun müptelasıydım. Sonunda şimdiki adıyla İletişim fakültesi o zamanın adıyla da Gazetecilik ve Halkla İlişkiler olan bölümü kazandım. Okuldaki dersleri sevmedim diyemem, ağır bir liseden sonra bana kolay gelmişti. Baktım kalemim de iyi, tekrar üniversite sınavına girmedim ve devam ettim. Bitirince de İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nde okudum 1 yıl. Sonra Fransızca bildiğimi için Türkiye’ye gelen ilk yabancı dergi olan Marie Claire’le tanıştım ve başvurdum. Bana bir çeviri verdiler, çevirdim, çok beğendiler ve dergicilik maceram başladı. Yani ben dergiciyim.

Dergicilik insanın ufkunu açan, antenlerinin açık olmasını sağlayan, zevkli, dinamik ve çok eğlenceli bir iş. Çok sevdim dergiciliği. Röportaj yapmayı, araştırma yapmayı, haber yazmayı, haberin dilini dergicilikte öğrendim. Hiçbir gün aynı geçmez eğer bir dergide çalışıyorsanız. Her gün farklı bir haber, farklı bir insan tanır, haberin ya da konunun farklı bir boyutunu yakalarsınız. Hep bir adım öndesinizdir, fark etmeden pek çok şey öğrenirsiniz; nasıl derler malumat furuş bir vaziyetiniz olur yıllar içinde. Ben Marie Claire, Amica, Biba gibi kadın dergilerinde muhabirlikten başladım bu işe. Yani şimdiki gibi hemen editör ya da müdür olmadım. Olmak da istemezdim zaten, çünkü gazeteciliğin ve dergiciliğin en önemli pozisyonu muhabirliktir. Bu görevde 6-7 yıl kaldıktan sonra yazı işleri müdürlüğü ve ancak 4-5 yıl sonra yayın yönetmeni olunur. Yani tecrübe ister. Benim dergicilik hayatım da böyle gelişti. Marie Claire dergisinde 1990-1996 arası muhabirlik yaptım. Unutamadığım işlere imza attım. Mesela Gazze’ye, Suha Arafat ile görüşmek için gittim, Türkiye’deki ilk sigortalı fahişe ile görüşmek için Zürafa Sokağı’na girdim, Louis Vuitton’un sahibi ile görüştüm, Chanel’in ünlü kokusu Chanel No:5’in yapımı için fabrikasına gittim, bakanlarla, kadın sorunlarıyla ilgili ne kadar insan varsa tanıdım, görüştüm, yazdım. Sonra Amica dergisinde ve Biba’da yazı işleri müdürü oldum. Ve 2000 yılında da 6 yıllık genel yayın yönetmenliği maceram başladı. Bu tecrübelerin ardından Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde dağıtılan The Gate dergisinin yayın yönetmeni oldum. Meslek hayatımın Marie Claire’den sonra en zevkli 6 yılını geçirdim.

Dergicilik ekip işidir. Tek başına başarı sağlanamaz. Biz The Gate ekibiyle iki kere en iyi dergi seçildik. Türkiye’nin ilk e-dergisini hazırladık yani, basılı derginin dijital versiyonunu hazırladık. Röportajlara giderken elimizde kamerayla görüntü alır ve derginin dijital versiyonuna yüklerdik. Röportajları hem okuyabilir hem seyredebilir hem de dinleyebilirdiniz. Bu bir ilkti ve bu ilki gerçekleştirmiş olmaktan büyük keyif aldım. Altı yıl The Gate’le dünyanın ve ülkemizin dört bir tarafına okuyucuları götürürken, ben de çok şey öğrendim. Ufkum çok genişledi; sadece turizm açısından değil kültür, sanat, mimari konularında da çok şey öğrendim. Hem sevdiğim bir işi yapmak, hem öğrenmek ve üstüne bir de para kazanmak… Çok keyifli. İşte dergiciliği böyle özetleyebilirim.

Bu kadar zevkli iş ne yazık ki bizim ülkemizde çok zorlaştırılıyor. Bir kere dergilerde çalışan sayısı çok azaltılıyor. Yurtdışında bir dergide 30-40 kişi çalışırken, bizim ülkemizde bu sayı en fazla 5. Yazıların büyük bölümü de telifle, yani dışarıdan alınan yazılar. En önemli konu görselliktir dergicilikte, ülkemizde hiçbir derginin fotoğraf editörü yoktur. Fotoğrafçı arkadaşlar da genellikle dışarıdan çalışırlar; yani kadroda değillerdir çoğu. Oysa dergicilik pahalı bir iştir, yazısıyla, fotoğraflarıyla ve tabii tasarımıyla. Yayınevleri ise bunu bilmelerine rağmen nedendir bilinmez muhabir kadrolarını azaltarak, yönetime tecrübesiz arkadaşları getirerek satmayan, okunmayan ve beğenilmeyen dergiler hazırlıyorlar. Ve en önemlisi de piyasada aynı konuları içeren dergiler yapıyorlar. Masaüstü yayıncılık oldu artık dergicilik. Ama Avrupa’da böyle değil. Bizim ülkemizde 20 bin satan dergilerin, yurtdışındaki edisyonlarının aylık satışları 300 bine ulaşıyor. Kısacası şunu söylemek istiyorum, iyi yapılan her şeyin alıcısı da vardır.

Daha sonra da kurumsal dergicilik alanında çalıştım bir süre. Türkiye’nin ilk kurumsal dergisi olan Bizden Haberler’in editörlüğünü üstlendim. Çok zevk aldım, çünkü çok tecrübeli bir sanat yönetmeni arkadaşımla dergiyi gerek editoryal gerekse görsel açıdan değiştirdik. Bu en önemlisiydi; başka kurumsal dergiler de hazırladım. Ama kurumsal dergiler de ne yazık ki, amaca hizmet edemiyor bence. Kurumsal dergiciliğe de başka bir boyut, kalite getirmek bence. Çalışanların heyecanla bekledikleri çok keyifli dergiler hazırlanabilir. Kültür ve sanatla çalışanlara ulaşan kurumsal dergiler… Neden olmasın?

Dergiciliğe bu genel bakışın ardından, belki ben de bu konuları sorguladığım için, 2006 yılında masanın öbür tarafına geçtim. Yani halkla ilişkiler alanında medya ilişkileri yönetmeni olarak çalışmaya başladım ve uzmanlaşma alanı olarak kültür sanatı seçtim. Çalıştığım ajans 2010 Avrupa Kültür Başkenti’nin tanıtımını üstlenince ben de medya ilişkileri yönetmeni olarak zaten çok sevdiğim bu alanla bir araya geldim. Sorgulamam bu alanda da sürdü. Bu sefer de halkla ilişkiler hizmeti alan şirketleri ve meslektaşlarımı sorgulamaya başladım. İşte tespitlerim: Bir kere şirketlerin hepsi gazetelere manşet olmak istiyorlar. Peki tanıtımlarının yapılmasını istedikleri konular manşet olmaya değiyor mu? Basındaki arkadaşları görsel malzeme konusunda gerektiği gibi besliyorlar mı? İletişim danışmanlarının “İşte haber bu” dedikleri konuları dikkate alıyorlar mı yoksa tavsiyeleri hiç dikkate almıyorlar mı? Bu ve bunun gibi pek çok eleştiri yazabilirim. Ama haksızlık etmeyelim, basındaki arkadaşlar da halkla ilişkiler ajanslarındaki arkadaşları üzüyorlar. Gönderilen, önerilen konular hakkında ne e-mail ne de telefonla olumlu ya da olumsuz yanıt verme nezaketini göstermiyorlar, yönetmen yardımcısı arkadaşlar kendilerini aradıklarında pek de kibar davranmıyorlar. Ve ne yazık ki gazeteci arkadaşların haber algıları da çok değişmiş. Gerçekten önemli haber malzemesi olan haberlere hiç itibar etmiyorlar; özellikle kültür sanat alanında. Tabii, şunu demek istemiyorum, halkla ilişkiler ajanslarından gelen her konu haber olmalı, sorgulamadan yazılmalı; asla. Bu iki sektörün bir şekilde daha rasyonel çalışması sağlanmalı.

Özellikle kültür sanat alanında ülkemizde hem sanatçıların, hem de projelerin tanıtıma ihtiyaçları olduğunu görerek Yasemin Sungur ile Kültür Sanat Ajansı’nı kurduk. Bu ajans sanatçı, proje, kültür sanatta hizmet veren kurumlarının tanıtımlarının yanı sıra, kültür sanat projeleri geliştiriyoruz. Ayrıca Martı isminde bir e-dergi yayınlıyoruz. Çok zevk alarak yapıyoruz. Tanıtım mı dergicilik mi diye sorarsanız şöyle yanıtlayabilirim. İkisi de iletişim, ikisi de insanlara çeşitli bakımlardan dokunuyor. İkisinde de farklı insanlar tanıma olanağı çok yüksek, ikisi de zenginleştiriyor insanı. İkisini birbirinden ayırmadan bir arada yapmak çok keyifli galiba. Tecrübe de bu yoldaki en önemli ışık…

Ayşe Dural

www.kultursanatajansi.com

www.martidergisi.com

Paraşüt – Richard Bolles

Son zamanlarda iş arama ve özellikle “kendini” arama konularında okuduğum en akıcı, keyifli, öğretici ve içindeki uygulamalar ile ‘zorlayıcı’ kitap: Paraşüt. Richard Bello “What Color Is Your Parachute?”, Türkçe’de piyasaya sürülen ismi ‘Paraşut’ ile gerçekten benzer konulu kitaplara göre fark yaratmış.

Kitapçıda elime geldiğinde kitabın arka yüzündeki “Amerikan Kongre Kütüphanesi tarafından okurların hayatını değiştiren 25 kitaptan biri” cümlesini okuduğumda, içimden “hadi oradan” demiştim. “Şu kitapları pazarlamak için yapmayacakları yok”. Yanılmışım. Bir İK’cı olarak kitabın potansiyel okuyucusu ile masanın aynı tarafında olmamama rağmen kitabın bana verdikleri, düşündürdükleri pek çok mesleki konuda algımı, bilgimi genişletti.

Paraşüt’te anlatılan her konu ile ilgili web adresleri bulabiliyorsunuz. Buna Türkçe web siteleri de dahil. Dolayısıyla kitabın kendisi zaten zengin bir kaynakça iken, bir de size onlarca online kaynağa ulaşmanızı sağlayacak desteği veriyor.

İş arayan, iş değiştirmek isteyen, işinden mutsuz, kendinden mutsuz, kendini arayan, becerilerini keşfedemeyen insanlar için hazırlanmış kimisi basit, kimisi uzun, kimizi zahmetli pek çok egzergiz sunuyor Richard Bello. Ben hepsini yaptım. Resimler çizdim, bol bol yazı yazdım, işaretlemeler yaptım … sonuçta işimden ve kendimden memnun ve bireysel farkındalığımın da yüksek olduğunu gördüm. Ne mutlu bana 😀

Eğer iş arıyorsanız, mülakatlarda ne yapacağınızı, nasıl hazırlanacağınızı, ne konuşacağınızı şaşırıyorsanız, becerilerim nedir, ben ne yaparsam mutlu olurum diye bunalıyorsanız veya kariyer değiştirmek istiyorsanız  bu kitabı alın. Okuyun, egzersizleri uygulayın. Pişman olmazsınız !!!

Plaza Eylem Platformu

Her sabah gözlerinizi güne açıyorsunuz. Ağırlıklı olarak koyu renkli iş kıyafetlerinizi giyip aynada son bir kez kendinize bakıp yola çıkıyorsunuz. Vardığınız nokta büyük bir plaza. Elinizde veya boynunuzda kontrol kartınızla güvenlikten geçiyor ve belki 8-10 kişi ile birlikte sizi ofisinize çıkartacak asansörünüze biniyorsunuz.

Bu akış “beyaz yakalı” olarak adlandırdığımız ofis çalışanlarının öyle veya böyle birbirinin fotokopisi olarak geçirdiği iş günlerine ait. Derken bir gün plazanızdan içeri giriyorsunuz ve yaka kartınız çalışmıyor. Güvenlik size “kusura bakmayın ….. hanım/bey, sizi içeri alabilmek için yukarıdan izin almam lazım” diyor. Donup kalıyorsunuz. İşinize son verilmiş !!!

Bu sahneyi bugüne kadar yaşamış olan yüzlerce beyaz yakalı / profesyonel insan bulunuyor ülkemizde. Ne hazin, ne haksızca.

Peki beyaz yakalılar karşılaştıkları bu haksızlık için ne yapıyor?

Kısa bir süre öncesine kadar hiçbir şey belki. Ama şimdi bir hareket var ve adı Plaza Eylem Platformu.

Plaza Eylem Platformu kendilerini ve amaçlarını anlatan yazılarında şöyle diyor:

“Bu platform kendilerini “beyaz yakalı işçi” diye tanımlayanların biraraya geldiği bir platformdur. Sınıf bilincimizin olmaması, tüketim toplumunun daha fazla esiri oluşumuz, rahatımıza düşkün olmamız, yalan da olsa kariyer planlarımız, sınıf atlama hayallerimiz önümüzdeki en büyük engellerden bazıları fakat şunu yavaş yavaş fark ediyoruz ki bugün örgütlenmek ve haklarımız için mücadele etmek sadece başkaları için değil kendimiz için, çocuklarımız için de bir şey yapmak demektir. Bunun bilincinde olan herkesi plaza eylem platformuna katılmaya davet ediyoruz.

Örgütlenme bilinci olmayan beyaz yakalılarda bu bilinci oluşturmayı ve bu bilince sahip olsa da desteğini alamadığımız kişileri yanımıza çekmeyi planlıyorsak gün geçtikçe daha çok faaliyette bulunmalı ve bunu duyurabildiğimiz kadar çok kişiye duyurmalıyız. Bunun için de platformdaki faaliyetlerimizi boş zaman değerlendirmesi kadar değil, en az her gün sabah 9 akşam 6 arası ömrümüzü verdiğimiz işimiz kadar önemsemeliyiz ve bizzat ömrümüzü elimizden alan bu düzeni sorunsallaştırmalıyız. Ancak bu kadar önemseyip bunu gösterir şekilde faaliyetlere/toplantılara katıldığımızda yukarıda bahsedilen hedeflere sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Gittikçe daha az kişinin katıldığı toplantı ve eylemler yüzünden hedefimizi küçümseyen ve “Beyaz yakalıdan bir şey çıkmaz arkadaş!” diyenleri haklı çıkarmış oluruz. Bu da önüne çalışma alanıyla ilgili bir hedef koymayan insanların yozlaşmasıyla karşı karşıya getirir bizi. Böylelikle fabrikalarda çalışanlara fikir verirken aslan kesilen ama kendi iş yerindeki adaletsizliklere en ufak bir tepki bile göstermeyen ve bunu gerekli de görmeyen beyaz yakalıların trajikomik durumunu kabullenmiş oluruz.”

Plaza Eylem Platformu ile birebir iletişimim olmadı. Ancak beyaz yakalı çalışanlara yönelik işverenlerin kimi zaman son derece haksız ve hukuksuz uygulamalar geliştirdiklerini biliyorum. Beyaz yakalı olarak adlandırdığımız ofis çalışanları ise sıklıkla bu tip uygulamaları sorgulayacak, itiraz edecek gücü kendilerinde bulamıyorlar çünkü gerekli hukuki bilgiye sahip değiller. Ben Plaza Eylem Platformu’nun çalışmalarını beyaz yakalı çalışanlarda haklarına yönelik bilinç oluşturmak bakımından çok önemli buldum ve destekliyorum. Faaliyetlerini istikrarlı bir şekilde devam ettirebilirlerse de ses getirebileceklerine ve oluşumu çok daha ileri seviyelere taşıyabileceklerine inanıyorum.

Yolunuz açık olsun 🙂

5 ‘Neden’ Tekniği

Bir probleminiz var.

Örneğin çok önemli bir pozisyona istediğiniz nitelikte bir aday bulamıyorsunuz. O zaman size bu problemin en temeline, köklerine inerek çözümler üretebilmeniz için “5 Neden” problem çözme tekniğini kullanmanızı önerebilirim.

Nasıl mı oluyor?

Elinizdeki probleminize “neden” diye sormaya başlıyorsunuz.

Yukarıdaki örnekte çok tipik bir sorun bulunuyor: İstediğimiz nitelikte insan kaynağı bulamıyoruz. Şimdi yukarıdaki tabloda yer alan Neden 1 sütununu okuyun. İstediğimiz nitelikteki insan kaynağını bulamamamızın bu örnekte iki gerekçesi var. 1. İşveren markamız cazip değil ve 2. aday arama kanallarımızı genişletmememiz. Şimdi bulduğumuz bu gerekçelere 1.sine “neden” diye soralım. Cevaplarımızı da Neden 2 sütunundan takip edelim: Neden işveren markamız cazip değil? Cevap: üstüne yeterince çalışmadık. …

Kısacası her bulduğunuz neden sorusunun cevabı olan gerekçeye 5 defa neden diye soruyorsunuz. Bu yolla eleştirel ve dürüst bir şekilde problemin merkezine ulaşıyorsunuz. Ardından ulaştığınız problemin “kök nedenlerini” nasıl iyileştirebileceğinize dair daha bilinçli ve farkındalığı yüksek şekilde fikir fırtınasına girebiliyorsunuz.

Ben bu yöntemi çok seviyorum. Çünkü insanın kendisine, yöneticilerine ifade edemediği hassas noktaların tartışmaya açılmasını sağlıyor, tıkanmış iletişim kanallarını açıyor, problemlere çok daha verimli, akılcı çözüm yolları bulunmaya çalışılıyor.