İpek Aral tarafından yazılmış tüm yazılar

Evren Efe

Bazı insanlar vardır hani, hayatları boyunca ne yapmak istediklerini bilirler. Sorduğunuzda net hayalleri, hedefleri vardır. İşte ben hiçbir zaman bu insanlardan olamadım. Liseyi bitirip de üniversite için tercih yapmam gerektiğinde hala aklımda ne yapmak istediğime dair en ufak bir fikir bile yoktu. Öğretmenlik, doktorluk, eczacılık gibi meslekler hiç ilgimi çekmiyordu.

Okulda yapılan kişilik envanterlerinde hem sözel, hem sayısal konulara ilgim ve yeteneğim olduğuna dair sonuçlar çıktığından yönlendirici olmuyordu. Kendimce en yetenekli olduğum konunun dil öğrenmek olduğuna inanıyordum, hayalimde de sürekli seyahat etmek, dünyayı gezmek vardı ama fen-matematikten mezun olacağım için bu konsepte uygun bir bölüm aklıma gelmiyordu. Sonunda rehber hocaların da yardımıyla en bayıldığım şey olan yemek içmekle de ilgili olduğundan -ne işe yaradığına pek aklım ermese de- gıda mühendisliğini yazmaya karar verdim.

Gıda mühendisliği okuduğum dönem eğlenceliydi. Özellikle Ankara Üniversitesi gıda teknolojisi eğitimi veren bir üniversite olduğundan her bir ürün grubunun üretimiyle ilgili bilgi almak benim çok hoşuma gitti. Okulun pek çok tesisi olduğundan pratik yapma imkanımız da oldukça fazlaydı. Yine de mezun olana kadar bir gıda mühendisinin sektörde ne iş yapabileceğine dair kafamda net bir tanım oluşturamamıştım. Mezun arkadaşlarımın çoğunun devlet bünyesinde çalışmak ya da akademisyen olmak gibi hedefleri vardı, ya da toplu yemek sektöründe çalışmaya başlayanları görüyordum, bense bu şekilde çalışmak istemiyordum. Kafamda özel sektörde, kurumsal bir firmada daha dinamik bir ortamda çalışmak vardı. Mezun olduktan bir kaç ay sonra bu düşüncemi hayata geçirebildim.

İlk işyerim pek çok yeni mezun mühendisin çalışmak için can atacağı standarda sahip bir firmaydı. Tüketime hazır steril yemek üretiyorduk ve ben mikrobiyoloji laboratuarından sorumluydum. Burada yaklaşık 14 ay çalıştıktan sonra Fransız ortaklı bir firmaya geçiş yaparak kalite güvence ve arge üzerine çalışmaya başladım. Üretim sektöründe çalıştığım süre boyunca bir fabrikada sistemin işleyişi, hammadde girişten bitmiş ürün sevkiyatına kadar tüm aşamaların kontrolü, yeni ürün geliştirme, yasa takibi, laboratuvar yönetimi, müşteri beklentilerinin karşılanması, şikayet yönetimi gibi konular dışında insan ilişkileriyle de ilgili pek çok şey öğrendim. Beş yıl bittiğinde üretim sektörünün bana göre olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım. Her gün aynı fabrikaya gidip, aynı kişilerle çalışmak, bütün gün koruyucu kıyafetlerle dolaşmak, sosyal hayatımı hammaddenin ve siparişin durumuna göre ayarlamak benim hayal ettiğim iş hayatı tanımına uymuyordu. Tam da ben kendi kendime bunların sorgulamasını yaparken imdadıma bir iş ilanı yetişti, uluslararası bir belgelendirme firması tam zamanlı denetçi arıyordu ve bu ilan sayesinde 2004 yılında üretim sektöründen bambaşka bir sektöre; denetim ve belgelendirmeye geçiş yaptım.

İlana başvurduğumda denetçilikle ilgili tüm bildiğim çalıştığım fabrikalarda geçirdiğim denetimlerden ibaretti. Yoğun bir eğitim ve neredeyse hergün denetimlere katılıp izlediğim, bazen görev aldığım gözlem döneminden yaklaşık iki ay sonra ISO 9001 denetçisi olarak onaylandım. Takip eden yıllar boyunca herbirinin birbirinden farklı eğitim, sınav ve onay aşamaları bulunan HACCP(Hollanda), BRC-food, IFS, ISO 22000 gibi standartlarda da denetçi olarak onaylandım, tüm bu standartlarla ilgili eğitimler verdim. Şu anda yine uluslararası bir firmada gıda denetim ve belgelendirme departmanını yönetmekteyim, aktif olarak denetim ve eğitimlere de katılmaktayım.

Genel olarak baktığımızda benim için kırılma noktası belgelendirme sektörüne geçiş oldu aslında. Çok sıkıldığım rutin üretim hayatından sonra hemen hergün farklı bir firmaya denetime gitmek çok heyecan verici bambaşka bir deneyimdi. Her firmada farklı insanlarla tanışmak, farklı sektörleri, farklı fabrikaları görmek, gördüğüm sistemleri kendimce karşılaştırmak sadece Türkiye’de değil, dünyanın farklı yerlerinde denetim yapmak, yurtdışından gelen denetçilerle ekip halinde çalışmak  büyük bir şans ve bana tek bir firmada yıllarca çalışsam edinemeyeceğim bir perspektif kazandırdığını düşünüyorum.

Lise sonda tesadüfen yaptığım tercihi yıllar içinde bilinçli kararlarımla yönlendirip kendime en uygun mesleği bulduğuma inanıyorum. Altı yıldır bu işi çok severek yapıyorum ve  denetim için gittiğim her yeni şehri atlasta işaretlediğimde çocukluk hayalimi yerine getirebildiğim için yeniden mutlu oluyorum.

Evren Efe
http://evrenefe.wordpress.com
[email protected]

Kaynağım İnsan Platin Dergisi’nde

Blog Ödülleri 2010 ertesi bazı yayın kuruluşları ve gazeteciler ödül alan blogculara çeşitli sorular yönelttiler, kendi adıma hepsine mutluluk duyarak cevap verdim. Yazılı basın ile aramızda kurulan bu diyaloğun güzel bir diğer yansıması da Platin İş Dergisi’nin Temmuz 2010 sayısında oldu.

Kaynağım İnsan, Bahar Akgün tarafından ‘Hiperfikirler’ bölümünde “En geniş kapsamlı İK blogu” başlığı ile tanıtıldı. Bir ay boyunca elimde olan dergidenin haberini vermek ise Ağustos 2010’a kısmetmiş diyelim. Platin İş Dergisi ve Bahar Akgün’e  teşekkürler 🙂

Her Şeye Rağmen Daha Uzun Yaşıyoruz

Ortalama insan ömrü, çeşitli faktörlere bağlı olarak coğrafyadan coğrafyaya ve gelir seviyesine göre değiştiği bilinen bir şey.

Closing the gap in av generation” adlı bir rapor hazırlayan ve konunun önemli uzmanlarından biri olan Londra’daki The International Institute for Society and Health başkanı Sir Michael Marmot ile bir söyleşi vardı bugün İsveç’in önemli günlük gazetelerinden biri olan Svenska Dagbladet’de.

Marmot, dünyada son 20-30 yılda insan sağlığı ve ortalama ömrü konusunda negatif ve pozitif bir veri ortaya koymaktan çekiniyor. Bunu ölçebilmek için global dünya çok kompleks. Örnek olarak Latin Amerika üzerinde duracak olursak, genelde ortalama insan ömründe bir uzama var. Örneğin Brezilya, artık 72 yıl gibi kabul edilebilecek bir düzeye geldi. Fakat ülke içinde bölgelere göre değişen büyük farklar var. Özellikle Brezilya, ülkedeki gelir düzeyi ve yaşam standartlarının arasındaki uçurumları ile tanınıyor.

Gelir düzeyinin de yaşam kalitesine pozitif etkilerini kabul edeceksek, bu konuda bir iki rakam ve karşılaştırma vermek uygun olur:

Ülkelerde gelir düzeyleri arasında bir karşılaştırma yapmak için insanlar arasında en yüksek gelir düzeyine sahip % 20 ile en düşük gelir düzeyine sahip % 20 nin gelir ortalamaları alınıyor. Bu hesaplamalara göre aradaki farklar şöyle:

İsveç: Yüksek gelir grubu düşük gelir grubundan 4 kat fazla kazanıyor.
İngiltere: 7 kat
ABD: 8,5 kat
Meksika: 13 kat
Şili: 19 kat
Brezilya: 25 kat

Tüm bu rakam ve oranlar arasında Michale Marmot, kendi yaşadığı şehir olan Londra‘yı örnek alıyor:

Şehrin zengin semtlerinden olan Kensington veya Chelsea’de ortalama yaşam 88 yıl iken, bir saatlik bisiklet sürüşü mesafesinde olan Kuzeydoğu Londra’da bu ortalama 71 yıla düşüyor. Londra… Batı’nın en zengin başkentlerinden biri…

Avrupa’dan Afrika kıtasına hareket ettiğimizde daha da çarpıcı rakamlar var. Pekçok ülke bu kıtada HIV/AIDS, açlık ve savaşlarla boğuşuyor. Hepsinde değil ama özellikle Zimbabwe, Zambia, Swaziland ve Lesotho’da insan ömrü ortalaması geriye doğru gidiyor. Zimbabwe’nin bazı bölgelerinde kadınların ortalama ömrü 34 yıl. Fakat tüm bu karanlık tabloya rağmen genele baktığımızda, Afrika kıtasında insan ömrü yine de uzamış. 1970 lerde 48 olan ortalama ömür, 51 e çıktı.

Çok da büyük bir gelişme yok değil mi? Fakat Hindistan örneği ilginç. Yine 70 lerde Afrika ile aynı ortalamaya sahip olan Hindistan, aradan geçen zamanda 12 yıl koymuş ortalamasının üzerine.

Bu tip raporlar kuşkusuz globalizme ve serbest piyasaya veriştirmek için argüman olarak da kullanılabilir. Bu eleştirilerin haklı oldukları yönler olsa da özellikle Hindistan örneğinde son 10 yılda filizlenen, gelişen bilişim sektörüne ülkenin global anlamda katkısı tartışılmaz. Bugün Hindistan’da kendilerini belli bir sınıfa mahkum eden kast sistemini kırabilmenin yolu olarak IT alanında kendilerini yetiştirmeyi gören hatırı sayılır bir kesim, yine Globalizmin sayılabilecek pozitif etkilerinden de faydalanıyor diyebiliriz.

Closing the gap in av generation” adlı raporuna göre, sağlık sektörü ve hizmetlerinin halk sağlığına % 20 lik bir pozitif etkisi var. Erişilebilirliliği arttırmak, önleyici tedbirler almak, merkezi ve lokal sağlık hizmetlerini iyi koordine edebilmek, eğitim ve sonuçları ölçmek gibi faktörler bu % 20 nin bileşenleri.

Fakat bunlardan daha önemlisi fakirlikle savaşmak, işsizlik oranını azaltmak, çalışma şartlarını iyileştirmek.

Dünya Sağlık Örgütü’nün hesaplarına göre, kötü şartlarda yaşayan 1 milyar dünya vatandaşının yaşam koşullarını değiştirmek, aradaki farkları düzlemek için gereken kaynak 100 milyar dolar. Oysa şu geçirdiğimiz ekonomik krizde bankaları kurtarmak için harcanan para bunun 10 katı.

Sonuç olarak, dünya genelinde iyileşen yaşam standartlarından herkesin daha adaletli bir pay almasını sağlayacak bilgi ve isteğe ”çoğumuzun” sahip olduğunu ileri sürüyor Michael Marmot.

“Ancak bunun için elinde bu adaletsizliği düzeltme gücü olan herkesin aynı anda metodik olarak doğru yöne ve aynı yöne çekmesi gerekiyor. Ne kadar optimist bir insan olsam da bunun realist bir düşünce olmadığını biliyorum.”

Kaan Doren
http://postdijital.com/

Dört Jenerasyon Bir Ofiste

Sizin şirketinizde kaç kişi çalışıyor? 10 ?, 100?, 1000? … Şirketlerin demografik yapısına baktığımızda, içerideki çalışan sayısı arttıkça yaş yelpazesinin de genişlediğini görürüz. 1930’lı yıllarda doğanlardan itibaren 1990’lı yıllara kadar çok geniş bir yelpazedir incelemeye aldığımız.

İnsan Kaynakları teorisyen ve profesyonelleri günümüzde çalışanları doğum tarihlerinden hareketle aileleri, yetişme şekilleri, hayata ve işe yaklaşımlarına göre dört ana gruba ayırıyor:

– 1922-1945 arası doğumlu Veteranlar,
– 1945-1964 arası doğumlular Baby Boomer
– 1964-2000 arası doğumlular X Jenerasyon (ben bu gruptayım)
– 2000-devam arası doğumlular Y Jenerasyon

Geçtiğimiz günlerde Grag Hammill’ın dört jenerasyonun birlikte çalışması ve yönetilmesi üzerine çok güzel, açıklayıcı, örneklerle dolu bir makalesini okudum. Makaledeki tabloları da Türkçe’ye çevirdim, takip etmesi kolay olsun diye.

Elbette Hammill’in makalesi Kuzey Amerika kültürü ve yaşam standartları üzerinden kurgulanmış. Ancak Türkiye’deki kurumsal yapıları ve profesyonelleri düşününce yapılan tanımlamaların bizden de çok uzak olmadığını düşünüyorum.

İnsan Kaynakları profesyonelleri olarak sorumlu olduğumuz çalışanların hayat ve işe bakışları doğrultusunda şekillenen beklentilerini karşılayabilecek İK süreçleri kurgulamalıyız.  Bu kurguda ise çalışanların doğum tarihleri belki de bizler için gerçekten bir klavuz olabilir.

Özellikle aşağıdaki “Jenerasyonların İş Ortamı Karakteristikleri” tablosunu dikkatle inceleyin. Belki o zaman  yaşı 60’ı geçmiş patronunuzun size emirler yağdırmasına, resmiyetine, sizi yeterince motive edememesine bir anlam verebilirsiniz. Veya bir X Jenerasyon mensubu yönetici olarak Y Jenerasyondan ekip üyenizin gelişimine sınırsız destek vermeniz gerektiğini, yapılan işteki neden-sonuç ilişkisini aktarmadan ondan verim alamayacağınızı bilebileceksiniz.

A. Selim Tuncer

Kendi suyuna gitmek

Çocuktum. Evimizin önündeki sokakta arkadaşlarımla oynarken kızkardeşimin ilkokul öğretmeni göründü yolun başında… Evine bizim sokaktan giderdi hep… O zamanlar, kendi öğretmenimiz olmasa bile, öğretmenlere karşı o yapmacık ve öğretilmiş saygıyı göstermek zorundaydık. Öyle yaptık. Gerçi, pembe yüzlü, hafif etine dolgun, kıvırcık saçlı Nihal Öğretmen, hem sevilir hem de gerçekten sayılırdı. Oyunu bırakıp geçmesini beklemeye koyulduk. Gülümseyerek yanımızdan geçerken birden bana yöneldi: “Annen evde mi yavrum?”

Yüzünde herhangi bir kızgınlık emaresi olmadığına göre kızkardeşimi şikayet etmeye gelmemişti galiba… Annemle tanışırlardı, belki öylesine bir selam verecekti. “Evde öğretmenim!” dedim. Önden koşturarak bahçe kapısını açtım, anneme seslendim. Nihal Öğretmen de arkamdan geliyordu. Sesimi duyan annem kapıyı açtığında Nihal Öğretmen karşısındaydı: “İçeri girmeyeceğim Nedime Abla, şöyle iki dakika ayak üstü konuşalım.”

Annem de kaygılanmıştı. Sanıyorum kızıyla ilgili bir şikayet alacağından kuşkulanmıştı. Nihal Öğretmen hemen konuya girdi: “Abla, çocukları kıramıyorsun, biliyorum. Ama bu yaptığın onlar için doğru bir şey değil, ödevlerini kendileri yapmaları lazım.”

Mesele anlaşılmıştı, çünkü bir çocuk meleği olan annem, gerçekten de kendisine gelen kimseyi geri çeviremez, mahallenin bütün çocuklarının resim ödevlerini yapardı. Her ne kadar anlaşılmasın diye resimleri çalakalem yapsa bile, sonuçta kalem ve fırça izlerindeki ustalık gizlenebilecek gibi değildi.

Annem biraz utana sıkıla da olsa “Hoca’nım,” dedi, “sana yalan söylemeyeyim, ben çocukları reddedemem, en iyisi bu konuda onları sen ikaz et.”

*

Annem, ilk ve orta öğretim dışında, herhangi bir sanat eğitimi almamasına rağmen, ister kuru kalem ister sulu boya ister yağlı boya olsun, gerçekten de güzel resim yapardı.

Okul yıllarımda ben de fena değildim resim konusunda… Bunda kalıtımın mutlaka payı vardır. Ama hiçbir zaman sıkı sıkıya sarılmadım resme, çok büyük heyecan duymadım. Tabii öğretmenlerimi hayran bırakacak kadar iyi çiziktiriyordum herhalde ki, hep takdir görürdüm.

O yıllarda beni hikayeler daha çok çekerdi kendine… Tommiks, Teksas, Tenten gibi çizgi romanlardan İtalyan kökenli cep fotoromanlarına, Jules Verne ve Kemalettin Tuğcu gibi bildiğiniz yazarların romanlarından Ayşegül serilerine, ortaokul ve lise yıllarına erdiğimde ise klasik eserlerden abilerin ablaların okuduğu yerli romanlara kadar içinde hikaye olan her şey… Sinemanın da ayrı bir yeri vardı tabii… Okul kırıp beş film birden gösterilen ucuz halk matineleri vazgeçilmezlerim arasında yer alırdı. Dayımın yazlık sinemasında aynı filmi bir hafta boyunca tekrar tekrar izlemekten sıkıldığımı da hiç hatırlamıyorum.

Zaman mı genişti yoksa ben mi hızlıydım, bilemiyorum; aynı zamanda bütün bunları hem okulu idare ederek hem de diğer çocukluk haşarılıklarından hiçbir özveride bulunmadan yapabilirdim.

Ortaokul yıllarımda bir roman yazmaya bile başlamıştım. Tabii sadece başlamıştım, sekiz on Harita Metod Defteri sayfasında kalmıştı. Sonra da hiç öyle büyük işlere yeltendiğimi hatırlamıyorum, ama takma bir isimle bir aile dostumuzun çıkardığı yerel gazetede köşe yazıları yazıyordum. Okurlar o yazıları bir lise öğrencisinin yazdığını bilmiş olsa herhalde ciddiye bile almazlardı. Gazete sahibiyle aramızda bir sırdı bu!

Gazetenin basıldığı matbaaya da gidip gelirdim. Güzel bir eğlenceydi, kurşun harfleri, harf kasalarından tek tek alarak kumpas üzerine elle dizmek… Hatta çeşitli malzemelerden kesip biçip elde klişeler bile yapardım.

İçimdeki yazı ve hikaye tutkusu ile lisedeki edebiyat öğretmenimi rol-model olarak seçmem bir araya gelince yönümü tayin etmiştim. Kararımı verdim, üniversitede edebiyat okuyacaktım. Öyle de yaptım. Üniversiteyi bölüm birincisi olarak bitirdim.

80’li yıllar… Bir yandan Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansa başlayarak akademiyle ilgimi koparmamaya çalışıyor, bir yandan da Türkiye’ye okumak için gelen Filistinli, İranlı, Ürdünlü öğrencilere Türkçe dersleri vererek özel girişimciliğin kapısını tıklatıyordum.

Önce bir yayınevi kurarak biraz daha idealist takılırken sonra buna bir de dersane ekleyerek para kazanma hedefine yöneldim. Dersanenin ilan tasarımlarını, yayınevinin kitap kapaklarını ve iç sayfa dizaynlarını kendim yapıyordum. İşadamı mıydım, akademisyen miydim, grafiker miydim, yoksa yazar mıydım, hepsini birbirine karıştırdım. Birkaç yıl yolumu aradım.

Evet, hem yazıya hem de görsel sanatlara ilgim ve yeteneğim vardı. Ve ne biri ne de diğeri tek başına beni tatmin ediyordu. Böylece, birkaç yıllık yalpalamalardan sonra, 1987 yılında, sözel ve görsel sanatlardaki yetenek ve birikimimi birlikte kullanabileceğim bir sektöre, reklam sektörüne geçtim.

Kısacası, yirmi yılı aşkın süredir kendime reklamcı diyorum. Tabii, reklamcıyım demekle de kalmıyor, iletişim, marka yaratımı ve stratejileri, bütünleşik pazarlama iletişimi, grafik tasarımı, alfabe ve tipografi, etik ve estetik kuramları, algı ve imaj ilişkisi, dil ve kitlesel iletişim kodlamaları, kültür kodları, sosyal sistemler ve pazarlama, siyaset ve iletişim, kurumsal kimlik, tüketim psikolojisi, bilgi sermayesi ve yaratıcılık gibi konularla enikonu ilgilenmeye çalışıyorum. Zaman zaman çeşitli mesleki yarışmalarda jüri üyeliği yaptığım, uzmanlık konularımla ilgili konferans ve seminerler verdiğim, kimi eğitim programlarında görev aldığım oluyor. Çeşitli yayın organlarında ve kişisel bloğumda kaleme aldığım yazılarda mesleki deneyimlerimden yola çıkarak “pazarlama iletişimi” ve “grafik tasarımı” konularını pratikten teoriye irdeliyorum. Yazılarımın meslekten olmayanlar tarafından da ilgiyle okunduğu söyleniyor. Reklamcılar Derneği üyesiyim ve şu anda bir reklam ajansının başkanlığını yürütüyorum.

Kendi suyuma gitmiş, yolumu bulmuştum. Bunu en önemli başarı faktörü olarak görüyorum. Eğitim, deneyim, birikim, hepsi tamam, ama aslolan kendi su yolunu bulmak bence…

*

“Anne,” diyorum, “senden aldığım genlerle ekmek paramı kazanıyorum.”

Çok hoşuna gidiyor.

A. Selim Tuncer
http://selimtuncer.blogspot.com/

İnsan Sorumsuzluğu

Halen Datça Aktur’da tatildeyim. Aktur sitesi bir yarım adanın iki kenarındaki kumsallar boyunca kurulmuştur. Binin üstünde hanesiyle yaz aylarında tam bir sahil kasabası görünümü sergiler. Sahil kasabamızın etrafı ise çam ormanları ile çevrilidir. Bu nedenle de yangına karşı önlenler azami seviyededir. Site içinde, ağaçsız bölgede bile mangal yakmak yasaktır. Orman alanı yangın söndürme sistemi ile donatılmıştır.

Ama bazen hiçbir önlem ve sistem üç beş gencin tedbirsizliğinin, bilinçsizliğinin önüne geçemiyor. İşte biz de bugün bu bilinçsizliklerden birini yaşadık, korkulu anlar geçirdik site sakinleri olarak.

Saat 19:00 civarı ablam “yangın çıktı” haberi ile eve geldi. Hemen bisiklete atladım ve hızla sahile sürdüm. Yıllar boyu tepesine defalarca tırmandığım yarımadanın tepeleri yanıyordu. Alevleri gören herkes sahile doluşmuştu. İçimde büyük bir korku belirti, kim bu tepelere ulaşabilir, yangın nasıl söndürülebilirdi? Tek bir olumlu durum vardı, rüzgar siteye ters yönde esiyordu.

Dumanlar yükselen tepeye bakarken aklımdan tek soru geçti:

Ben ne yapabilirim?

Hemen bisikletimin pedallerına yüklendim yangına nasıl müdahale edildiğini görebilmek, gerekirse yardım edebilmek isteği ile. Evden fırlarken bir refleks fotoğraf makinamı da almıştım. Ne doğru bir refleks.

Ben yarımadaya en yakın konuma ulaştığımda bir yangın söndürme helikopteri ile askeri helikopter gelmişti bile. Yangın söndürme halikopteri suyunu denizden alıp yükseliyor,  yarımadanın etrafında tur atıp, konumu ayarladıktan sonra yangının üstüne kocaman küresindeki suyu boşaltıyordu. İlk küre boşalınca etrafımdaki sayısı birkaç yüzü geçen insan topluluğundan bir alkış yükseldi.

Bu arada üç tane yangın söndürme kamyonu , iki kamyonet dolusu itfaiyeci tepeye tırmanya başladılar.

Aradan on dakika geçmeden iki yangın söndürme uçağı ve iki helikopter daha operasyona katıldı. Site sakinlerinden tepeye tırmanmayı başaranlar ellerindeki çalı çarpılarla su serpilen bölgeleri soğutmaya çalışıyorlardı.

Yaklaşık bir saatlik bir çalışmadan sonra tepeye yayılmış alevler söndü. Herkes rahat bir nefes aldı. Herkes Orman Müdürlüğü’nün kullandığı uçak ve helikoplerlerinin çalışmasına hayran oldu. Ama eminim herkes çok daha büyük bir yangının tehlikesini yüreğinin en derininde hissetti.

Gelelim yangına neden olanlara:

Tepeye tırmanan site sakini gençler. Jandarma hemen yakalamış gençleri. Kimbilir ne yaptılar tepede? Hiçbir fikrim yok ama büyük suç işlediklerini ve binlerce insanın yaşamını tehlikeye attıklarını biliyorum.

İnsan hatasının nelere malolabileceğini her zaman düşünmeli ve hataları telafi etmenin mümkün olmayacağı durumların içine girmemeye özen göstermeliyiz.

Buradan da T.C Orman Genel Müdürlüğü’ne teşekkür ederim bütün Aktur site sakinleri adına.

İK Gündemi

Son günlerde okumaktan çok büyük keyif aldığım, her yazısından birçok bilgi edindiğim sevgili Emre Kavukçuoğlu’nun İK Gündemi isimli mesleki blogunu tanıtmak artık boynumun borcu oldu.

İK Gündemi, Emre Kavukçuoğlu’nun ilk İK blogu değil. İK Gündemi’nden önce, 2007 yılında tutmaya Human Capital Strategy isimli İngilizce blogunu da unutmamak gerek.

Kavukçuoğlu’nun yazılarını neden sevdiğime gelince … ?

Vizyonumu genişlettiği için.

Dünyadan nitelikli İK bilgi ve verisi taşıdığı için.

Yazılarında neden sonuç ilişkisini çok özenle kurguladığı için.

Her yazısı sonunda, ‘bakalım bundan sonra ne yazacak’ diye aklımda büyük merak uyandırdığı için.

Çok teşekkürler Emre (sanal samimiyetine sığınarak) değerli paylaşımların için 🙂

Kâr Merkezleri

Bir şirket içinde bulunan bütün bölümlerin birer kâr merkezi haline gelmesi kulağa çok cazip geliyor. Özellikle şirket iç hizmet bölümleri için (Mali İşler, İnsan Kaynakları, Bilgi İşlem, vs) kâr merkezi olmak çok uzak kavramlar. Ama konu üstüne uygulamaya yönelik birçok projelendirme yapılabilir, yapılıyor.

Örneğin Mali İşler bölümü Satış bölümünden gelen, işleme soktuğu her satış faturası için Satış bölümüne hizmet bedeli tarifesi uygulayabilir. Bu bedeller yıl sonunda Mali İşler bölümünün geliri, Satış bölümünün ise masrafları arasında görülür. Mali İşler para kazanmak için daha seri çalışırken, masraflarını kısmak çabasındaki Satış bölümü faturalandırma sürecine daha özenir, iade fatura, fatura iptali gibi problemleri daha az şirkete yaşatmaya çalışır.

Bir diğer örnek, İnsan Kaynakları bölümü bitirdiği her işe alım süreci için ilgili bölüme adeta bir danışmanlık firması gibi hizmet faturası kesebilir veya eğitime aldığı her çalışan için bağlı olduğu bölümden katılım bedeli talep edebilir. Bu sayede İnsan Kaynakları bölümü sadece masraf çıkartan bölüm olmaktan çıkar, masraf olarak algılanan birçok fonksiyonu üzerinden para kazanır hale gelebilir.

Ve elbette bütün bu bölümler arası alışveriş SMART hedefler çerçevesinde çalışırlır. Her bölüm kendisi için saptayacağı SMART hedefler ile hem diğer bölümlerle etkileşim/iletişimini, hem de şirket verimliliğini arttırmış olur.

Şirket Karnesi (Balanced Score Card)uygulamalarının, şirketlerin stratejileri ve misyonunun fiziksel ölçütler haline dönüştürülmesi süreci olduğunu daha önce belirtmiştim. İşte bu kapsamda kâr merkezi odaklı iyi kurgulanmış şirket iç süreçleri Şirket Karnesi uygulamalarını hedefine ulaştırmada dinamo görevi görebilir.

Günümüzde iş hayatının hızlı değişkenliği çok detaylı projelerin hayata geçse bile, uzun süre hayatta kalmasına imkan vermiyor. Bu nedenle de olası projelendirmelerin en basit nasıl işleyebileceği çok iyi düşünülmeli. … Ben düşünüyorum.

Almanya Başarabilir Mi?

(“İşyerindeki kültürel çeşitliliği bayağı keyifli buluyorum. Otuz dilde ‘HAYIR’ demeyi öğrendim.” )

Geçtiğimiz gün Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber çok ilgimi çekti. Konu özünde şirketler bünyesindeki insan ve kültür çeşitliliği ile ilgiliydi. İnsan ve kültür çeşitliliği bir kurumsal zenginlik olarak algılanması gerekirken, kimi zaman “ayrımcılık” dediğimiz büyük probleminde çıkış noktasını oluşturmaktadır.

Habere göre Almanya’da bulunan bazı uluslararası büyük kuruluşlar özgeçmiş uygulamalarında farklılaşmaya gidiyorlar. Bizde de geçerli olan fotoğraf, medeni durum, milliyet, doğum tarihi gibi özgeçmiş bilgileri artık adaylardan istenmeyecek. Hatta adaylar isimlerini bile beyan etmeyecekler. Özgeçmişler tümüyle tecrübe ve yetkinlikler üzerine kurulu olacak. Bu sayede de ayrımcılık nedeniyle iş bulamayan insanlar işe alımda eşit fırsata sahip olacak. Kısacası Almanya’da yaşayan üç milyon Türk için bu gerçekten önemli bir gelişme.

Haberde aktarılan pozitif tablo işler ise ne güzel. Gerçekten şirketlerin yetenek yönetimi açısından büyük bir adım.

Şimdi birçok kişi “Bu tip ayrımcılık durumları bizim ülkemizde yaşanmıyor” diyebilir. Yaşanıyor. Örneğin başı kapalı kadınlar, Kürtler, engelliler bu ayrımcılıkla başı çeken mağdurlar.

Biz İnsan Kaynakları profesyonellerinin kurumsal olarak en büyük ödevlerinden biri insan ve kültür çeşitliliğini yapıya en sağlıklı şekilde yansıtmak ve içinde yaşatmaktır. İnsan Kaynakları profesyonelleri olarak kendi önyargılarımızdan kurtulmadıkça üstümüzde taşıdığımız ‘insan haklarına saygılı, eşitlik prensiplerine bağlı kurumsal yapıyı inşa etme‘ misyonumuzu gerçekleştiremeyiz.

Toplum hayatında özlemle beklediğimiz, istediğimiz eşitliği önce şirketlerimizde bizler inşa edebilmeliyiz.