Mesleğe başladığım ilk aylardı. Hızlı öğrenme ve empati kurma becerilerim sayesinde kısa sürede giriş ve girişin bir üstü seviyedeki mülakatları yanlız başıma yapma yetkisini almıştım.
Elimdeki pozisyon yönetici sekreterliği idi. Adaylarda iş tecrübesi ve İngilizce dil bilgisi arıyorduk. Özgeçmiş taramasından sonra uygun adaylarla mülakat etabına başladım. Normal tempoda giden görüşmelerin rengi kapıdan sapsarı saçları ile orta yaşlarında güzel bir kadın girince değişti.
Aday kelimenin tam anlamıyla alımlıydı. Konuşması etkileyiciydi. Özgeçmişi ve geçmiş işverenleri merak uyandırıcıydı. Özellikle son altı, yedi yıldır çalıştığı patronu benim sıklıkla ismini farklı ortamlarda duyduğum bir işadamıydı.
Konu konuyu açtı ve söz doğal olarak son işverenine geldi. Ve geldiği andan itibaren benim kelimenin tam anlamıyla “şok” olduğum süreç başladı. İlk başta genel bir iş memnuniyetsizliği anlatımı olarak başlayan diyaloğumuz yerini iş adamının özel hayatının detaylarına bırakınca benim kafamı da kaygı dolu düşünceler kaplamaya başladı:
“Bu anlatılanların ne kadarını dinlemeliyim? Bu çeşit konuşmalara izin vermeli miyim? Bu konuşmalar nereye varacak ?”
Mülakatın tecrübe paylaşımından ziyade %100 bir dedikodu ortamına döndüğünün farkettiğimde iş işten geçmişti. Aday o kadar coşku ve hırsla ile anlatıyordu ki, o günlerin tecrübesizliği ile onu susturamadım.
Sonuç:
İşverenini bu derece berbat konuma düşüren aday tabii ki ikinci aşamaya geçemedi. Ama psikolojik olarak deşarj olduğundan eminim…
Ben ise İstanbul’un önde gelen iş adamlarından birinin kulağa pek de hoş gelmeyen özel hayatını en ince detaylarına kadar öğrenmiş oldum.
Oldum da birşey oldu mu?
Hayır … mülakatta konuşulan “özeller” aday ile işe alımcı arasında kalır, işe alımcılar ketumdur 😉
Geçtiğimiz ay bugün yani 3 Kasım’da “Sevdiğim Mülakat Soruları – I”i yazmışım. Yani bu ne demek? 3 Aralık’a 1 kala yazının devamını getirmek gerek demek … 🙂
Beş altı yıl önce işyerimizin müşterisi olduğu bankanın kurumsal temsilcisi ofise periyodik ziyaretlerinden birini gerçekleştiriyordu. Çok önemli bir durum olmadığı sürece her zaman açık olan kapımın önünden geçerken “tık, tık” yaparmış jesti ile “Bir iki dakikanızı alabilir miyim?” diye sordu. Müsaittim, sevinerek içeri buyur ettim. Hemen konuşmaya başladı.
“Size birşey soracağım?”
“Tabii”
“Geçenlerde özgeçmişimi göndermediğim halde ZZZ bankası İnsan Kaynakları’ndan aradılar ve görüşmek istediklerini söylediler. Ben çok şaşırdım ama bayağı da hoşuma gitti bu durum; başvurmadan görümeye çağırılmak. Kabul ettim ve görüşmeyi İnsan Kaynakları Müdürü ile yaptım. Ama hayatımda yaşadığım en berbat görüşmeydi. Müdür resmen bana sürekli hakaret etti. ‘Siz niye görüşmeye geldiniz ki? Niteliklerinizin bizim bankamızda çalışmak için yetebileceğini mi zannettiniz?’ gibi bir sürü laf işitmek zorunda kaldım, sonunda sinirlendim “Bana bakın, beni çağıran sizsiniz, ben böyle rezil bir ortamdan sonra dünyaları verseniz zaten bu bankada çalışmam” deyip kapıyı vurup çıktım. İki gün sonra beni aradılar ve ikinci görüşmeye davet ettiler. Birinci görüşmedeki soruların beni sınamak için sorulduğunu söylediler. Size sorum şu: bu normal midir İnsan Kaynaklarında?”
Doğrusu çok şaşırmıştım. Ben bile hayatımda ilk defa bir adaya “sınamak” adına bu derece terbiyesizce muamele edildiğini duyuyordum.
“Ne diyebilirim? Çok geçmiş olsun, gerçekten korkunç anlattıklarınız. Hatta inanmak bile zor. Ama bu kişinin bırakın yaptığını, o koltukta nasıl oturabildiğine şaşırdım…”
Aradan yıllar geçti. Halen o gün dinlediklerimin doğru olup olmadığından emin değilim ama eğer doğru idiyse ve gerçekten etrafta görüşmeye davet ettiklere adaylara böyle davranan İnsan Kaynakları profesyonelleri varsa, lütfen sözkonusu şirketin en tepesinde oturan her kim ise ona şikayetlerini ulaştırsınlar. İnsan Kaynakları mesleğinin yüz karalarını meslekte bırakmamak lazım. Bilin ki, ilk kurban siz değilsiniz ama belki sonuncusu olabilirsiniz.
Sanayi üretiminde çalışmış olanlar bu pozisyonun üretimin beyni olduğunu bilir. Neyin, ne zaman, kaç kişi ile, nasıl, nerede üretileceğine planlama bölümü kadar verir. Dolayısıyla bu bölümün başında oturan insanın gerek teknik donanım, gerekse davranışsal yetkinliklerinin yeterliği çok önemlidir. Bu bölümde çalışan kişilerin sakin, soğukkanlı, sabırlı, sözel ve yazılı iletişimi kuvvetli olması gerekir. Planlama bölümü planladığı malı üretebilmek için bir süreç içinde satış, satınalma, üretim, kalite, mali işler kısacası birden çok bölüm ile çalışır. Dolayısıyla planlamacılar kısa sürede şirketin en sevilen ya da en nefret edilen kişileri haline gelebilirler. Bu bölümün başında oturan kişinin de bütün saydığım iş ve bağlantıları yönetebilmesi, iyileştirip, geliştirebilmesi için bayağı bir vasıflı olması şarttır. Genelde planlamacı pozisyonlarına endüstri mühendileri yerleştirilir yani ben de mülakat etabımda tecrübeli bir endüstrü mühendisi peşindeydim.
Pozisyon görüşmeleri beklediğimden de kötü geçiyordu. Planlama süreçleri firmadan, üründen ürüne farklılaşabildiği için gelen adaylar ya bizim fabrikadaki makina parkına, ya da ürün gamına alışamayacağını anladığım kadar yabancıydı.
Derken kapıda Boğaziçi Bilgisayar mühendisliğinden mezun ama tecrübeleri hep planlama bölümlerinde olan 40’larına yaklaşmış bir aday belirdi. Oldukça yapılı, göz dolduran bir imajı vardı. El sıkıştık.
Suyu telefonla istedikten sonra hafif hafif görüşmemize başladık. Bilgisayar mühendisliğinden planlamaya kayış aşamalarını dinlerken adayımın suyu geldi. Suyu hemen bir dikişte bitirdi. Bir bardak daha isteyip istemediğini sorduğumda “evet” dedi. İkinci bardak suyu henüz odayı terketmemişi olan çaycımızdan istedim.
İkinci bardak geldiğinde suyun yarısını içti, kalanını masaya koydu ve benden ceketini çıkartmak için izin istedi.
“Keyfinize bakın” dedim.
Ceketini askılığa yerleştirdikten sonra yerine oturdu. Bu arada ben bir taraftan görüşmemize devam etmeye çalışırken diğer taraftan da adayın değişen yüz rengini gözlemliyordum. Nitekim du değişime paralel adaydan yani bir talep geldi: “Kravatımı gevşetebilir miyim?”
Ben hiç istifimi bozmadan elimi “buyurun” dercesine hareket ettirdim. Aday tepedeki gömlek düğmesini açtı ardından kravatını gevşetti.
Artık kendi kendime ‘umarım rahatlamıştır” diyordum ki, bir baktım gömleğinin kollarını da sıyırıyor.
Odada pencere olmaması en büyük dezavantajdı sanırım ama artık ok yaydan çıkmıştı. Aday koltuğunu biraz geriye itti. Bu arada konuşmaya, eski işyerlerinden neden çıktığını anlatmaya devam ediyordu. Odada sürekli bir hareket vardı, gözlerimle adayın hareketlerini takip etmekten yorulmuştum. Onun tecrübelerine konsantre olmaktan ziyade “Sırada ne var?!” diye düşünmeden kendimi de alamıyordum.
Nitekim sonrası da geldi. Adayın rengi iyice kızardı ve kravatını toptan çıkardı, gömleğinin birkaç düğmesini daha açtı. Masadaki bardaktan eline su döktü ve yüzüne boca etti.
Beni o sırada gözlemleyen biri olsa “ne donuk kadın” derdi herhalde ama dışı sizi, içi beni yakar vaziyetteydim. Kriz yönetimi durumuna geçmiş, ben de normalin üstünde bir sabır sergiler hale gelmiş, kendi kendime “Ya kalp krizi geçirecek, ya da kalkıp beni dövecek” diye düşünüp, görüşmeyi sonlandırmanın yollarını ciddi şekilde aramaya başladım.
Aday durmaksızın konuşuyordu. Eski işlerinde yaşadığı büyük memnuniyetsizlikleri, olumsuzlukları anlatıyordu ama ben kendisine “ya sizin bana şu an yaşattığınız memnuniyetsizlik ?!” demedim. Onun için bu yaptıkları çok doğaldı, bana bu depresif hali için herhangi bir açıklama yapmak gereği bile görmüyordu.
İşte böyle zamanlarda kapalı uçlu sorular ile adayın konuşma şevkini kırabilirsiniz. Peşi sıra kapalı sorular sorarak adayın lafını öyle toparladım ve ayağa kalkıp elimi uzattım ki, mülakat kapanış hız rekorunu kırdım diyebilirim.
Aday bana terden ıslanmış elini uzattığında gülerek elini sıkıp “çok memnun oldum” dedim ve “olumlu adaylarımızla iki gün içinde bağlantıya geçeceğiz” sözlerimle onu uğurladım.
Şimdi siz tahmin edin, bu adayı ikinci etap görüşmeye davet etmiş olabilir miyim?