12 Eylül döneminin öncesinde, o terör yıllarında yaşayan hemen herkesin derdi gelecekten ziyade günü kurtarabilmekti. Belki de bu yüzden çocukluğumda “Büyüyünce ne olacağım?” diye bir sorum hiç olmadı. Çocukluğum Eskişehir’in sokaklarında kah kavga-dövüşle, kah futbol-basketbolla geçti. Hava kararıp eve döndüğüm zaman da, önce sıkıcı ödevleri yapar sonra da transistörlü el radyosundan gelen tınılar eşliğinde kitap okur ya da ışığı kapatıp pencereden şehrin ışıklarına bakarak düşler kurardım. İlginçtir, bu düşlerde “potaya yaptığım ‘smaçları’ tribünden izleyen kızların coşkulu tezahüratları” vardı ama iş-güç ya da gelecekle ilgili hiçbir şey yoktu.
12 Eylül darbesinin hemen sonrasına düşen lise yıllarımda ise, durum tersine dönmeye başladı. Hiç bir zaman iyi bir öğrenci olamadığımdan ailemin benden bir başarı beklentisi yoktu ama Üniversite sınavı ve dersane kavramları arkadaş cemaatinin baskısıyla kaçınılmaz biçimde girdi hayatıma. Eee, ne de olsa işin ucunda “bir baltaya sap olmak” vardı. O dönemde kuzenimin proje bürosuna gidip gelmelerin de etkisiyle, mimarlığa ilgi duymaya başladım. Büroda kuzenimle geçirilen uykusuz gecelerin sonunda ortaya çıkan bina proje ve maketlerini hayranlıkla incelerdim. O binaların içindeki hayatları ve düzeni, en ince ayrıntısına kadar kafamda kurgular ve kuzen bunları gerçeğe dönüştürünce de kendim yapmış gibi gururlanırdım. Hele hele kuzenimin mezun olduğu ODTÜ’ye gidip Mimarlık Bölümü’nü de gezdikten sonra artık kesin kararımı vermiştim; Mimar olacaktım!
Ancak lise son sınıfa başlarken yaşadığım bir olay, bu gidişi değiştirdi. Okuldaki bir sohbet sırasında grubumuzun ‘çalışkan’ çocuklarından birisi, tembelliğimden dem vurarak dersaneye gitmeme çok da gerek olmadığını ve ‘babamın parasını ziyan etmememi’ esprili bir dille söyledi. Yüzümün kızardığını hissettim. Daha da ağırıma giden şey ise, orada bulunan herkesin bu sözlere gülmesiydi. Utançla karışık öfkemi gizlemek için yüzüme oturttuğum sahte tebessüm sayesinde o an durumu kurtarabildim ama sonraki günlerde o anı hatırladıkça ona karşı duyduğum öfke daha da büyüdü. Artık mimarlık falan umrumda değildi. Tek hedefim ne yapıp edip bu arkadaşı üniversite sınavında geçmekti. Bir yıl boyunca ‘eşşek gibi’ çalıştım. Rekabetin verdiği hırçınlıkla sınav tercihlerimde en yüksek puanlı bölümleri başa yazıp ODTÜ Mimarlığı da onlardan sonraya yazdım. Sınav sonuçları açıklandığında oldukça yüksek bir puan alarak ODTÜ’nün Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nü kazanmıştım. Ancak bu yüksek puanım bile o arkadaşımı geçmeye yetmemişti. Dahası istediğim meslek üzerine okuma fırsatını kaçırmış ve pek de hevesli olmadığım zorlu bir bölüme girmiştim.
Üniversiteye başladığımda fark ettim ki, bölümde benden çok daha hırslı, bilgili ve motive yüzlerce öğrenci vardı. Şu anda önemli bir kısmı uluslararası çapta bilim adamı olan bu insanların arasındaki amansız rekabet, okul hayatım boyunca beni ODTÜ’den de, Elektrik-Elektronik Mühendisliği’nden de soğuttu. Ne zaman mezun oldum, o zaman herşey yeniden başladı. Önce Eskişehir’de Silahlı Kuvvetler’e bağlı bir uçak bakım fabrikasında mühendislik pratiğimi biraz olsun geliştirme olanağı buldum. Ancak asıl mesleki kariyer, İstanbul’a gelip telekomünikasyon sektörüne girdikten sonra başladı. Siemens, Nortel ve Ericsson gibi çok uluslu firmalarda hem uluslararası çalışma hayatını hem de telekomünikasyon sektörünü yakından tanıma olanağı buldum. Mesleğe bir şekilde ısınmaya başlamıştım. Gerçi işin daha çok yöneticilik ve ticaret kısmına odaklanmıştım ama ne gam! Teknik taraftan biraz olsun sosyal tarafa kaymak, ruhuma iyi gelmişti.
Ericsson’dan sonra geçtiğim Turkcell ise mesleki kariyerimin doruğu oldu. Sektör lideri bir firmada, yetenekli ve uyumlu bir ekiple çalışmanın verdiği güçle özellikle mobil katma değerli hizmetler konusunda ülkedeki yazılım ve girişimcilik potansiyelini harekete geçirmeyi başardık. Bunun sonucu hem Turkcell hem de Türkiye bu alanda ciddi bir ilerleme kaydetti. 2002 yılında GPRSLand projesiyle Dünya İletişim Ödülleri yarışmasında “Dünyanın en iyi yeni servisi” ödülünü kazandık. http://www.milliyet.com/2002/10/08/ekonomi/eko04.html
Herşey yolunda gidiyordu. Ancak o günlerde şirketin İnsan Kaynakları biriminin yaptırdığı bir 360 ̊ kişilik testinde, testi yapan uzman karşıma şaşırtıcı bir sonuç koydu. Kişiliğimin ilk kuruluş (set-up) süreçleri için daha uygun olduğunu ancak bu aşamayı geçtikten sonraki operasyonel süreçlerin bende mutsuzluk yaratacağını söyleyen İK uzmanı, şirketteki işleri bir süre sonra bana monoton gelmeye başlayacağını ve eninde sonunda şirketle yollarımın ayrılmasının kaçınılmaz olduğunu ifade etti. O gün bana “şaka gibi gelen” bu değerlendirmeye aldırmadım tabii. Ancak devamındaki 6 ay tam anlamıyla berbat geçti ve uzmanın söyledikleri aşağı yukarı çıktı. Geldiğim noktada iki seçeneğim vardı: Ya mevcut statükomu kişiliğimi örselemek pahasına koruyacaktım ya da herşeye yeniden ve farklı bir yerlerde başlayacaktım. Kişiliğim gereği olsa gerek, ben ikincisini seçtim. Maddi ve manevi bakımdan ciddi vazgeçişler içeren bu seçim, ilk zamanlarda beni oldukça zorladı. Neden böyle bir şeyi yaptığıma çevremi ve kendimi ikna edemedim uzunca bir süre. Yaşanan bir sürü gel-gitin ardından herşey yerli yerine oturmaya başladı ve kendime yeniden bir çalışma alanı inşa edebildim. Bu süreçte aldığım ve uyguladığım en önemli ilke, işimin kurgulanması konusunda son kararın daima bana ait olmasıydı. Bu yüzden kaybettiğim epey proje oldu ama yaptıklarımdan aldığım haz ve ortaya çıkan işin kalitesi beni ve karşımdakileri her zaman memnun etti.
Bugün geldiğim noktada, bilgi birikimimi gerek üniversite hocası gerekse danışman olarak bireylerle ve çeşitli kuruluşlarla paylaşıyorum. Özellikle internet ve mobil iletişim ortamlarının yeni medyalar olarak konumlandırılması ve bunların sosyal, ekonomik ve siyasi etkilerinin yarattığı fırsat ve tehditlere göre yeni projeler geliştirilmesi bana sonsuz bir heyecan veriyor. Sanırım attığım bu adım, bana geçmişte bir talihsiz gelişme sonucu kaybettiğim mimarlık fırsatını bir açıdan geri verdi. Çocukluğumda maket üzerinde kurguladığım yaşamların ve düzenin bir benzerini şimdi sanal dünyaya uygulamak, bana göre profesyonel yöneticiliğin en yüksek hazlarından çok daha yaratıcı ve doyurucu.
İsmail Hakkı Polat