Şirket Karnesi Uygulamasına Geçmek

bsc

Stratejik önceliklerin düzenlenmesinin ancak bu önceliklerin ölçümlenerek olabileceğini daha önce belirtmiştim. Bu nedenle stratejik planlama ile stratejilerin ölçümlenmesi bir elmanın iki yarısı gibidir.

Şirket Karnesi (Balance Scorecard) özetle bir şirketin misyon bazlı başarı ve değerlerini geliştirebilmek için, öncelikli süreç ve girdilerinin vs. (bütçe) geri bildirim halkalarını sadece ölçümlemek değil, yeri geldiğinde de yeniden ayarlamalar yapmak amacıyla birleştirmesidir.  Başarılı bir kurumun stratejik yönetiminin dört ayrı çeşit geri bildirim halkası vardır.  Bunlar:

  1. Stratejik önceliklerin performansının geri bildirimi (Stratejik geri bildirim)
  2. İç operasyonel performansın geri bildirimi (Operasyonel geri bildirim)
  3. Ölçümleme değerlerinin geri bildirimi (Ölçümleme geri bildirimi)
  4. Ölçümleme metodlarının tasarımsal geri bildirim (Metodoloji geri bildirimi)

Bu liste bir organizasyonun stratejik yönetimini değerlendirebilmek için gerekli parametreleri detaylandırmak değil, tanımlamak için oluşturulmuştur. Pratikte, ilk uygulamada tahminlere dayanan sabitlenmiş strateji, ölçüm değerleri ve ölçümleme metodlarını kullanmak başarılı sonuç verecektir. Sözkonusu tahminler iş üstünde yaşanan vaklara dayandırılabilir. Ancak bunlar sadece öngörüdür, bu öngörüler üzerine başlangıçta katı ve hızlı gerçekleştirilecek stratejiler üretilmemelidir. Eğer böyle yapılırsa zaten ölçümleme yapmaya gerek kalmaz, organizasyon kendisine direkt katı hedefler koyabilir. Gelecekte karşılaşacağımız iş vakalarını belirginleştirmek adına aslen çok fazla kontrol dışı değişken olacağı unutulmamalıdır.

Başlangıç Soruları:

Şirket Karnesinin ilk tasarımı aşamasında her stratejik önceliğe aşağıdaki sorular yöneltilmelidir:

Düzenleme Soruları:

Bu aktivite ile adreslenmek istenen stratejik hedef nedir?

Organizasyonel misyon ile nasıl bir bağlantısı vardır?

Bu stratejik önceliğin sonuçlarını nasıl geliştireceğine dair bir yol veya strateji haritası belirlenmiş midir?

Temel Sorular:

Mevcut performans düzeyi nedir? Biliyor muyuz?

Performansa yönelik herhangi bir veri toplayıp, depoluyor muyuz?

Elimizde bulunan verideki istatistiksel parametreler nelerdir? Tesadüfi değişken miktarı ne kadardır?

Maliyet ve Risk Üzerine Sorular:

Operasyonun mevcut masrafı ne kadardır?

Önceliğimizi gerçekleştirirsek maliyetler ne kadar artacak?

Masrafların artabilme riski nedir?

Bu öncelik için harcanan para eldeki kaynakların en iyi kullanım yolu mudur, daha iyi bir yerde kullanılabilir mi?

Önceliğin başarısız olması riski nedir? Bu değerlendirme planlamaya dahil midir?

Müşteri ve Hissedarlar Üzerine Sorular:

Bu öncelikle bağlantısı olan bütün birimleri listelediniz mi?

Bu öncelikten direkt faydayı hangi tipte müsteri/hissedarlar görecek?

Kim direkt yararlanacak?

Belirlenmiş öncelik bütün müşterilerin memnuniyetini yükseltmenin en iyi yolu mudur? Veya daha iyi bir yol var mıdır?

Bu önceliğin müşterilere faydalı olduğunu nereden bileceğiz?

Ölçümleme Üzerine Sorular:

Faydayı göstermek için hangi ölçümleme kullanılacaktır?

Bu ölçümleme en iyisi midir? Nereden biliyoruz?

Ne kadar ölçümleme takip edilecek? Eğer sayı yüksekse, takip için nasıl bir sistem planlıyorsunuz?

Bu ölçümlemeler başka organizasyonlarca benchmark edilebilecek şekilde standardize edildi mi?

Ölçümleme Metodolojisine Yönelik Sorular:

Ölçümlemeler nasıl ölçülecek? Hangi sıklıkla veri toplanacak ve hangi method kullanılacak?

Ölçümlemeleri yapmanın en iyi yolu bu mudur? Nereden biliyoruz?

Sonuç Odaklı Sorular:

Sadece bu önceliğin sonuçlarda bir farklılığa katkısı olduğunu nasıl gösterebiliriz?

Değişimin ne kadarı kendiliğinden gerçekleşebilirdi?

.

Kaynak: Balancescorecard.org

Ölçemediğinizi Yönetemezsiniz

ölçmekStratejik İnsan Kaynakları Planlaması, bir şirketin mevcut vizyon, misyon, stratejik plan ve hedeflerini hayata geçirebilecek tecrübe, yetkinlik, becerideki insan kaynağının, uygun pozisyonda, uygun maliyette ve uygun zamanda istihdam edilmesidir. Her ne kadar günümüz ekonomik dalgalanmaları özellikle orta ve uzun vadeli Stratejik İnsan Kaynakları Planlamasını güçleştirse de, bir şirket hedeflerine ulaşma yolunda insan kaynakları alımlarındaki hareketliliğini son dakika kararlarına bırakmamalıdır.

Stratejik İnsan Kaynakları Planlamasının verimliliğini işleyişe dahil ettiğiniz insan kaynağının performansını ölçebilerek takip edebiliriz. Böyle bir ölçümleme yapabilmek için de şirketin stratejik iş planlarının, hedeflerinin ölçümlenebilir yani sonuç veya süreç odaklı olması gerekir.

Peki, sonuç odaklı olmakla süreç odaklı olmak arasındaki fark nedir?

Sonuç odaklı olmak ismi üstünde sonuca bakmaktır, örneğin yıllık satışları %5 arttırmaktır. Süreç odaklı olmak sonuca giden ara yolların ölçümlenebilmesidir. Örneğin yıl sonu itibariyle üç yeni ürünün piyasaya sürülmesi. Ürün gamına eklenen üç yeni ürün nihayetinde satışların arttırılmasına, yani %5’lik hedeflenen satış artış oranına hizmet eder. Şirket kendisine eş zamanlı hem sonuç, hem süreç odaklı hedefler koyar.

Şirketler eğer stratejik iş planlarını, hedeflerini ölçümlenemez şekilde oluştururlarsa insan kaynakları planlamasının verimliliğini de ölçemezler. Örneğin “müşteri hizmetlerinin geliştirilmesi” veya “nitelikli işgücünün istihdam edilmesi” gibi yuvarlak ifadeler ne şirket performansının, ne de insan kaynağı performansının ölçümlenmesine hizmet etmez.

Şirket stratejik planları performansının ölçümlenebilmesi, dolayısıyla çalışanların performansının ölçümlenebilmesine yönelik dünyaca kabul gören sistem Şirket Karnesidir (Balance Score Card). Stratejik bir iş kararı olarak uygulamaya alınan Şirket Karnesinde, bir şirketin 20-25 arası değişebilen sayıdaki başarı ölçütleri o şirketin üst yönetimi tarafından dikkatle belirlenir. Bu ölçütlerin 4 ana konu başlığı vardır:

– Finansal hedefler
– Müşteri bazlı hedefler
– İç süreç hedefleri
– Büyüme/öğrenme hedefleri

Bu ana başlıkların altını şirket kendi stratejik planları çerçevesinde doldurur. Örneğin müşteri memnuniyetinin %6 arttırılması gibi bir hedef koyar. Bunu nasıl ölçer? Periyodik olarak yaptığı anketler, vs gibi bölümsel alt uygulamalarla. İnsan Kaynakları bölümleri de bu çerçevede çalışan memnuniyetinin ölçümlenmesi, adam/saat eğitim değerleri, hedef tutturulma oranları gibi şirketin karnesine destek verecek alt hedefleri kendisi için belirler. Ölçmediğinizi yönetemezsiniz mantığının altında stratejik iş kararlarının doğruluğunun onanması mantığı vardır.

İnsan Kaynağınız nerede koşacağını bildiği zaman çalışmaları çok daha verimli, motivasyonları da yüksek olur.

🙂

Cahit Akın

Benim bir kalemim var…

Babam işinin ustasıydı, 14-16 dedi mi avucunda olacaktı anahtar üç adımda, ben aslında ondan öğrendim kinetiği. Kırk yıl direksiyon salladı, motorun sesinden anlardı kaçıncı silindirin teklediğini, ben aslında ondan öğrendim dinamiği. Dağ tepe yaz kış demezdi, iki-üç metrekarelik şoför mahallinde bin kilometre boyunca yoldan ayırmazdı gözünü, ben aslında ondan öğrendim statiği. Çocukluğumu babama bağışladım, benim ilk ustam babamdı.

Yatılı okuldaki ilk gecemde, o zamanki Eğitim Enstitüsü’nün, şimdiki Başkent Öğretmenevi’nin camlarından aşağı atıyorlardı gencecik adamları. İlahiyat’ın önünde yedim ilk tokadı, farzların 32’ncisini hatırlamadım diye. Pol-Bir’li polis kafama indirince copunun demirini, Erdal Eren ile kardeş oldum Hacettepe Hastanesi’nde. Mamak Cezaevi’nde gördüklerim Diyarbakır Cezaevi’nde olanlardan sonra hiç kaldı. Ülkemin dört bir yanından kara tenli çocuklarla, içli anılarla, yürek dağlayan türkülerle yaşadım o yılları. Haksızlığa ve zulme direnmeyi o karayağız delikanlılardan öğrendim. MTA ve İller Bankası’ndaki stajlarımı saymazsak, hiç kimya teknisyenliği yapmadım, ODTÜ Kimya’ya da iyi ki gitmemişim diyorum şimdi.

Benden daha yüksek puanla sınavı kazanmış 76 kişi daha vardı sınıfımda. Kümeler ve lineer cebir ile ilk kez karşılaşıyordum. Her sabah 7.15’te buluşuyorduk sağdan ikinci ağacın altında. Artık aynı tadı alamıyorum Kadıköy-Karaköy vapurundan. Leyland’lar da tedavülde değil hem, Dolmabahçe’de boynuzu düşmüyor hiçbir otobüsün. Kompresörden pompaya, klimadan motora, türbinden kazana, aklınıza ne geliyorsa hepsinin hesabını çizimini öğrendim. Vasat bir dereceyle bitirdim lisansı. Kılı kırk yararak tasarlamayı öğrenmişken ben okulda kompresörü, İkitelli’deki fabrikada Japon yapıştırıcıyla geçiriyorlardı krank miline rulmanı. İkinci haftada kalite kontrol şefi olmuştum, ikinci ayda imalat müdürlüğünü reddetmiştim, dördüncü ayda istifa ettim.

Cağaloğlu’ndaki o tenha odada birkaç ay Britannica Bilim Ansiklopedisi çevirdikten sonra asistanlık sınavında çeviriden tam puan aldım, kürsü başkanı hangi özel okuldan mezun olduğumu sordu. TÜBİTAK destekli araştırma projesini tek başıma sırtlandım, hesabını da çizimini de imalini de montajını da işletmesini de raporlamasını da kendi başıma yaptım. Yüksek lisans tezimi Los Angeles’ta anlatmak için gerekli parayı bin bir dereden topladım. 8088 ile başladığım doktora tezimi 486DX4-100 ile tamamladım. Fortran IV’ü kart delme makinelerinde öğrenmiştim ama FTN77 ile kodladığım üç boyutlu simülasyonu seyretmekten zevk duyardı arkadaşlarım. Dört fakülteden asistan gelmişti gönüllü verdiğim C dersine. Konformist hocalarım yerimde oturmamı ve sınav kâğıdı okumamı istedikçe, ben kütüphaneye ve bilgisayar odasına zincirledim kendimi. Sözüm ona projeler kapsamında alınmış ama profesör odalarına kilitlenmiş bilgisayarların hesabını sordum fakülte toplantılarında. Araştırma için gerekli kitabı parayı aleti edavatı bulmak için kapı kapı dolandım. Danışmanımdan ve kürsü başkanımdan şikâyet etmemeyi, sorunları kendi başıma çözmeyi, kendi başıma ustalaşmayı öğrendim.

Mesleğinin onurunu sorgulayan, araştırmanın tadını çıkartan idealist bir adamdım. Makine Mühendisleri Odası’nın İstanbul’daki şubesine gönül vermiştim. Yayın ve Eğitim Komisyonu’nun neredeyse değişmez üyesiydim, başkanlığını da yaptım. Devrimci Demokratlar kaybetmesin diye yönetimi, olanca heyecanım ve gücümle çalışıyordum mesai sonrasında, hafta sonlarında. Eleştirmeyi hep sevdim, bildiklerimi anlatmayı, yanlışları işaret etmeyi, çözüm önermeyi. Sorgusuz sualsiz itaat etmeyi hiç öğrenemedim, belki genlerimde yoktu bu yeti, belki kültürel tarihimi inşa eden ortak bellek izin vermiyordu bana. Üyesi olduğum yönetim kurulunun kestirmeden aldığı bir kararı komisyonda tartışınca, yönetim toplantılarına katılmamam istendi. Genel kurul toplantısında yaptığım o muhteşem konuşmayla seçilmiştim yönetime. Şimdi yine genel kurul toplanacaktı ve söz dağarcığım tehlikeliydi artık. Seçim yine kritikti, ben konuşmasam, hatta gelmesem genel kurula, ne iyi olurdu! Gönül bağı denen zehrin çıkması uzun sürüyordu bünyeden. Gitmedim!

Faşizm ile yönetiliyordu ülkem. Dünyadan başka sesler duymak için kısa dalgada 26 MHz’e kadar dolandım gecelerce. 40KB hafızalı Amstrad CPC464’te yazdığım ısı kaybı hesabı programıyla 1 günde yaptığım iş karşılığında 20 bin lira para verdi bir mimar bana. Sadece COBOL ve Pascal’ı değil, C’yi de o makinede öğrendim. Vezneciler’deki fotokopici sonradan yayıncı oldu, ama ben o lacivert ciltli kitaplardan çok şey öğrendim bilgisayar hakkında. Çoluk çocuğumu geçindirmek için 50 kilometre yol teper, bacak kadar dâhilere bilgisayar öğretirdim. Marmara Üniversitesi Vakfı’nda karşılaştım ilk kez Mac’lerle. 9 yaşından 59 yaşına kadar talebelerim oldu, kimi ev kadını, kimi holding yöneticisi, kimi sekreter, kimi polisti. Herhâlde vardır sektörde hayırduasını aldığım üç-beş kişi. Zor dersleri hep bana verirlerdi suyun başındakiler, bana nasıl iyilik ettiklerini çok sonra fark ettiler. Öğretmeyi hep sevdim, alnımın teriyle kazanıp geçindirmeyi de. Bir sabah aniden istifa ettim üniversiteden.

Öğrencilerime tavsiye edecek kitaplar arıyordum Kadıköy’de. İşimi gücümü merak eden kitapçı bilgisayar kitabı yazmamı teklif ettiğinde çok şaşırdım. Yazdığım üç kitap da çok satınca, devrin çok satan bilgisayar kitaplarını basan başka bir yayıncı kendisi için yazmamı istedi. Bir ay sonra da yayınevinin bilgisayar dizisinin editörüydüm. Onlar bana geleneksel yayıncılığı, ben onlara masaüstü yayıncılığı öğrettim. Byte dergisinde bazı aylarda üç yazım çıkardı, bir sürü de kitapçık hazırlamıştım okurlarına. Sokaktaki, evdeki adamları, kadınları düşündüm yazarken hep. Bilgi ancak hayatın içinde somutlaştıkça anlamlıydı benim için. Word’ü anlatmaya mesela, yazılacak kâğıdı seçmekten başladım bu yüzden, sonra kalemin ucunun sol üst köşeden ne kadar içeriye koyulacağını saptamaktan. Cep telefonları çok yeni idi, GSM ne idi, kimseler bilmez idi, araştırıp yazdım bir telekomünikasyon dergisine, “Ben hiç anlamam GSM’den…” diye başladım yazıya, Telsim teşekkür etti e-postayla.

Dev bir makine kurmuştum zihnimde, bütün şablonlar, bütün makrolar hazırdı elimin altında. Klavyede gezindikçe iki parmağım ışık hızıyla, kitap denen o müthiş mucize 21 inçlik monitörde anbean gerçekleşiyordu gözümün önünde. Ardı ardına yazdım kitapları, okurlar bile şaşırıyordu hızıma. Yurt dışında ne kadar yayınevi varsa aradım taradım, ne kadar iyi kitap varsa çevirttim, okudum, düzelttim, yayımladım. Gencecik adamlar vardı bilgisayar âleminde, harıl harıl okuyup çalışıyorlardı, ellerine kalem tutuşturdum zorla, adlarını kocaman yazdım kitaplarının üstüne. Herkes bizim kitaplardan söz ediyordu, depodan koli koli kitap gidiyordu her gün. İçeride bir küçük masa, dışarıda koca koca raflar, içeride iki küçük el, dışarıda dev bir okur kitlesi, kalbimde hiç sönmeyen bir heyecan, zihnimde hiç dolmayan bir kuyu, bir küçük dev adam misali, akıyordum hayatın damarlarına.

Kelimeleri hep çok sevdim. Metalik kornişlerden evler yapan küçücük bir çocuktum bir zamanlar, keşfettikten sonra kelimeleri, o çocuk bir daha hiç vazgeçmedi kelimelerle uzak ülkeler inşa etmekten kendine. Eylemin içinde ustalaşan bir çırak, şimdi kuramın ardında arıyordu hakikatin izlerini. Türkü ve marş sesleriyle büyüyen bir kalp, şimdi şiirin ve romanın dehlizlerinde arıyordu aşkın ve kavganın kalbini. Tarih vardı, felsefe vardı, siyaset vardı, antropoloji, sosyoloji, mitoloji, psikoloji vardı, insan vardı. İnsan, okudukça vardı. Okunacak çok kitap, bilinecek çok gerçek vardı. Kelimelerin kalbinde kalbin kelimeleri vardı!

Seksenli yılların ortasıydı. Sarı röntgen kâğıtlarını zarf büyüklüğünde kesip, çini mürekkeple yazmıştım şiirlerimi her birine. Babıâli yokuşunda Varlık’ın kapısının ardında Kemal Özer oturuyordu, gözlüklerinin ardından bakıyordu bana. Beş hafta sonra okudu, iki ay sonra tam sayfa ayırdı şiirlerime. Sonra sustum. İnternetin duvarlarına asılı o şiirler artık. Bir sabah nasıl istifa ettiysem üniversiteden, öyle istifa ettim yayınevinden de bir sabah. Bilkent’te Türk edebiyatı okuyacaktım! Doğrudan doktora programına kabul ettiler beni. Hayatımın belki de en verimli iki yılını geçirdim orada. Hiç durmadan okudum, hiç durmadan yazdım. Talat Sait Halman, Hilmi Yavuz, Orhan Tekelioğlu, Mehmet Kalpaklı, hocalarım oldular. Kıyasıya eleştirdim, doyasıya okudum, bitesiye yazdım. Yaşar Kemal’in gözlerinin içine baktım, İnce Memed’in neden devrimci olamayacağını anlattım. Kurtuluş Savaşı Destanı’nı inceleyince, Nâzım Hikmet’in dünyanın en has şairlerinden biri olduğunu anladım. Romanların Türkiye’nin ideolojik tarihini, zihinsel haritasını siyasi tarih kitaplarından çok daha iyi anlattığını gördüm. Yazdıklarımın bazılarını yayımladım, birçoğu hâlâ çekmecemde saklı.

Yayınevine başka bir adam olarak döndüm. Kitap üretimindeki birikimimi entelektüel birikimimle harmanlayıp yöneticilik yapmaya başladım. Akla gelebilecek her konuda kitap yayımladım. Alfa’yı, Everest’i yönettim. Adı sanı duyulmamışlardan anlı şanlılara kadar birçok yazar tanıdım, huylarını sularını keşfettim, yazarlık egosuyla yazı namusu arasındaki ince çizgide uzun uzun sohbet ettim. Dünya görüşümle uyuşmayan kitaplar da yayımladım, uyuşup da yayımlamadıklarım da oldu. İdeolojik kamplaşmanın yayın sektöründeki köreltici bağnazlığına karşı çıktım, bu ülkenin namuslu kalemleri birbiriyle hâlleşsin, hemhâl olsun istedim. Kapı Yayınları’nı bunun için kurdum, gruba yeni bir marka olarak dâhil ettim, ticari kaygıların onulmaz hastalıklarına maruz kalmaması için var gücümle mücadele ettim.

Yenildim! Kardeş bildiğim, dost bildiğim, gecemi gündüzümü, aşımı ekmeğimi bölüştüğüm, saçımı sakalımı ağarttığım insanlarla yolumu ayırdım. Onları kendi bildikleri yolda yalnız bıraktım, kendimi kendi bildiğim yolda yalnız bıraktım. Aylarca evden çıkmadım. Aylarca işsiz kaldım. Adımı duyunca beni tanıyan insanlara iş için mektup yazdım, cevap alamadım. Cevap aldıklarımın bazılarına “ağır” geldim, bazılarıyla uzun iş görüşmelerim sonuçsuz kaldı. Birine birkaç ay danışmanlık yaptım, hayatımda bu kadar iş bilmez bir adam görmediğimi anladım.

Sonra dedim ki Selim ustaya, “Varsa bir hükmü bütün bu sergüzeştin, görelim bir de senin tezgâhında marifetini. Sen ustam ol, ben çırağın.” Aklıselim adamdır, sağ olsun, her dem var olsun! Benim bir kalemim var, iyi bir kalem, has bir kalem. İşte o kalem, şimdi reklam yazıyor, reklam okuyor, reklam çözüyor, reklam yapıyor. Varsın, bir yol da böyle yaşasın!

Kıssası da hissesi de içinde kalsın bu maceranın.

Cahit Akın

Kalemzede https://kalemzede2.wordpress.com/

Cahit Akın http://cahit-akin.blogspot.com/

En Geniş İK Kitap Portföyü

Published Books_1258195219250

Internet dünyasındaki en aktif ve bütün İK profesyonelleri ve öğrencilerine üye olmalarını tavsiye edeceğim İK sitelerinden biri de Society For Human Resources Management-SHRM.

Site içeriğindeki geniş İnsan Kaynakları bilgi ağı yanında yayıncı kimliğine de sahip. Dünyadaki güncel İK kitap basım ve kaynak trafiğini takip etmek için iyi kanallardan biri olan siteden on-line kitap da satın alabiliyorsunuz.

Benim özellikle Yetenek Yönetimi üzerine olan yeni kitaplar çok ilgimi çekiyor. Hatta klasik İnsan Kaynakları Yönetimi adı yerini neredeyse Yetenek Yönetimine terk edecek gibi görünüyor. Belki önümüzdeki günlerde İK’cılar ile Yetenek’çiler diye bir ayrıma bile gidilebilir, şirketlerde İK yönetimi yanında Yetenek Yönetimi bölümleri açılabilir, bence hiç de fena olmaz.

🙂

Ödüllendirmeyi Öğrenmeliyiz

Ödülİnsan Kaynakları profesyonel geçmişimde hayata geçirmekte en zorlandığım uygulamalardan biri ödül yönetimi olmuştur. Neden? Çünkü patron, genel müdür, hatta bölüm müdürleri ellerini ekstradan ceplerine atmak istemezler. ‘Kriz’ derler, ‘tasarruf uygulamaları’ derler, hatta ‘onlar işte kaldıklarına şükretsin’ tezini savunurlar. Oysa ki bu bakış açısı artık sadece “ilkellik” olarak adlandırılıyor.

İlkellik son derece sert bir tanımlama gibi görünse de durumu en iyi özetleyendir. Benim İnsan Kaynakları profesyonellerine önerim, eğer bir ödül sistemi devreye sokmak için uğraşıyorsanız üst yönetimi ilk başta biraz düşündürün. Ödülün ekstra masraf olmadığını, tam tersine motivasyon ve iş verimliliği arttıracağını, çalışanların şirkete aidiyet duygularını geliştireceğini onlara sabırla anlatın, savunun. Ödül sistemi devreye girdikten sonra örnekleri gören bütün çalışanların performanlarını arttırma yollarını bulmak için çaba içine gireceklerini ve bu çabaların en kısa sürece şirketin karlılık düzeyine yansıyacağını vurgulayın.

Diğer taraftan elbet bir şirketin kendisine ödül mekanizması kurabilecek bütçesi olmayabilir. O zaman farklı uygulamalar devreye alınabilir. Örneğin başarılı, hedefini tutturan çalışanların mesaiden erken çıkmasına izin verilebilir veya bir tam gün ücretli tatil hakkı tanınabilir.

Deneyin, pişman olmazsınız.

🙂

Aslında birçok firmanın ödüllendirme yöntemlerine başvurmamasının nedeni nasıl uygulayabileceğini bilmemesindendir. Eğer bir şirketin Ödüllendirme Sistemi projesi geliştirecek İnsan Kaynakları bölümü yoksa çalışanlar da bu içerikte bir proje geliştirip üst yönetime sunabilir. Her uygulamanın tepeden gelmesini beklemeye gerek yoktur. “Devlet baba/ana beni gör” dememek lazım, talep etmek çalışanların hakkıdır, hakkı kullanmaktan korkmayalım.

Bir son not; eğer şirketinizde ödül uygulamalarına başlarsanız da onu istikrarlı uygulayın, ödül yönetimindeki istikrarsızlık çalışanların kuruma güvenini azaltır, şirketin saygınlığı sorgulamaya başlarlar ve bütün bu gelişmelerin doğal sonucu olarak ekibin motivasyon seviyelerinde ciddi anlamda düşmeler yaşanabilir.

İnsan Kaynakları 2020

Yukarıdaki “İnsan Kaynakları 2020” başlıklı prezantasyon Deeraj Jain ve Dilip Nagda’ya ait. Güzel bir çalışma. (prezantasyonun sayfalarını ilerletmek için prezantasyon içine sadece tıklayın)

İnsan Kaynaklarının bugünü üzerine yapılan tartışmaların bana göre ana girdilerinden biri İnsan Kaynaklarının geleceğidir. Nitelikli işgücünün iş ve hayat beklentileri hızla değişmektedir. Bugünün verimli sayılan çalışma sistemleri belki beş yıl sonra değerini yitirecek. Bu nedenle İK profesyonelleri hayata geçirecekleri sistemlerde gelecek vizyonlarını mümkün olduğunca geniş ve derin tutmak için çaba sarfetmelidir.

Günümüzde özellikle Bilişim Teknolojileri sektörü çalışanlarının mobilitesi, esnek saatlerle ve proje bazlı çalışma modelleri önümüzdeki yıllarda diğer sektörlere de yayılacak, yayılmalı. Yetenek ve entellektüel sermayenin ön plana çıktığı ve birbiri ile rekabet içine girdiği işgücü piyasasında ücret ve ödül sistemlerinde de büyük değişiklikler yaşanacağı kesin gibi görünüyor.

Önümüzdeki on yıllarda artık “iş-özel hayat dengesi” diye bir kavramdan bahsetmeyeceğiz. Bilginin ve teknolojinin hakim olduğu her alan profesyoneller için “yaşam alanı” olacak ve ofis – ev ayrımı ortadan kalkacak. Bu nedenle şirketlerin kendi insan kaynakları politika ve uygulamalarını geliştirdiği kadar, halen işgücü piyasasında olan veya girmeye aday bütün insanlar da ana konsantrasyonlarını kendilerine değer katmak üzerinde yoğunlaştırmalı. Oturduğu yerde, sabit görev tanımını yerine getirerek para kazanma devri artık kapanıyor, iletişim ağını geniş tutan, becerilerini iyi pazarlayanlar pastadan en büyük kapacak gibi görünüyor.

🙂

‘Birey’ Olgunlaşması

Balloon_ManBir süredir performans ve yetkinlik değerlendirme teknikleri üzerine yazılar yazıyorum. Geçen hafta da bu seyiri takip ederek 10 Kasım nedeniyle Mustafa Kemal Atatürk’ün yetkinlik değerlendirmesini yaptım. Yazıya çokça iyi veya olumsuz yorum geldi. Ancak yorumların içeriğinden ziyade bu yorumların yazılmasına neden olan olayı açıklamak gerekiyor.

Ekşi Sözlük Türkiye’nin en bilinen ve takip edilen sitelerinden biri. Ben de sık sık farklı vesilelerle ziyaret eder, kimi zaman bilgilenir, kimi zaman da eğlenirim. Derken benim 10 Kasım yazımı yayınlamamdan bir iki gün sonra Kaynağım İnsan’a Ekşi Sözlük üzerinden çok fazla ziyaretçi ve olumsuz yorum gelmeye başladı. Yorumların bazıları da sözel siddet içeriyordu. Şaşırdım ve Frienfeed kanalı ile yazıyı bulmaya çalıştım. Buldum ve tabii yazarını da buldum. Yazarın ismi Ahmet Urhanmış. Bu arada Ekşi Sözlük’ta şu an mevcut olan yazı elden geçirilmiş durumda. Yazının ilk hali bunun üç misli uzunlukta ve sözel şiddet içerikliydi, -nedense- yazı biraz düzeltilmeye çalışılmış …

Ancak olay bununla da kalmadı ve bir baktım Genç Siviller isimli siteden de ziyaretçiler yetkinlik değerlendirmesi yazısına gelmeye başladı. Siteye gittim ve Kaynağım İnsan’a link veren yazıyı buldum. Bu da Ekşi Sözlük’ten farklı içerikte değildi.

Dün Frienfeed’de Ahmet Urhan’la grup olarak uzun uzun yazıştık benim yazım, onun yorumu ve sonrasındaki gelişmeler hakkında. Benim uzun yazışmamızdan çıkarttığım sonuç şunlar oldu:

1. Yetkinlik değerlendirmesi özünde bireyin kendisi ile yüzleştiği, kendi kendisini uluslararası kabul görmüş yetkinlik tanımları çerçevesinde sorguladığı bir tekniktir. Bireyin kendisini böyle bir sorgulamaya sokabilmesi için ilk başta kendisini tanımış, kendisini anlamış olması gerekir. Ahmet Urhan bana kendisine yetkinlik değerlendirmesi yapamayacağını, onu başkalarından sorup öğrenmem gerektiğini söyledi. Ben de ona kısaca “önce kendini tanı, ölç, tart, sonra başkalarını sorgula, değerlendir” dedim ve Yunus Emre’nin güzel dörtlüğü ile ana olayı kendisine açıkladım:

“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır”

2. Ekşi Sözlük’te bilindiği gibi belirli bir yazar grubu yazıyor. Herkes giriş yapamıyor. Bu da Ekşi Sözlük yazarına büyük bir özgürlük alanı tanıyor. Kimisi bu özgürlük alanını verimli kullanıyor ama Ahmet Urhan gibi yazarlar kanımca bu özgürlüğü istismar ediyor. Eğer bir yazar kendisine cevap verilemeyecek bir platformda, bir başkasına hakaret edebilmek hakkını kendinde buluyorsa,  o zaman o “yazar kişinin” karakterinden şüphe etmek gerekir. Bu yazar sadece kendi kendisini tatmin etmekte, egosunu şişirmekte ve özünde bakarsanız kendisini ciddi anlamda küçültmektedir.

Ahmet Urhan Friendfeed yazışmalarında kendisine kötü sözler sarfedenler için bana yakınırken ona cevabımın içeriği şöyle olmuştur: “Hamama giren terler. En azından sen cevap yazabiliyorsun, sen bana Ekşi Sözlük’te hakaret ederken ben sana cevap yazamıyorum.”

3. Yazıya yorum getirenlerin çoğunun yetkinlik değerlendirme tekniğini anlamaktan çok, Mustafa Kemal Atatürk’e karşı olumsuz bir takıntılarının olduğu açıktır. “Bireysel performansın değerlendirmesidir” diye altını defalarca çizdiğim yazıda, ideolojik olumsuz yaklaşımlar ağırlıktadır. Bu da maalesef yazının anlayarak okunmadığına ve ezberci zihniyetin burada da hakim olduğuna göstergedir.

4. Toplumumuzda halen büyük bir kesimin “Sosyal Bilimler nedir?” sorusuna cevap veremediğini ve halen insana 2+2=4 formülasyonu ile yaklaştığı bu yazım sonrasında üzüntü ile gördüm. İnsanların neden inatla kendilerini robatlaştırmak istedikleri, kendi zihinsel özgürlüklerinden hoşlanmadıklarını anlayamıyorum.

5. Maalesef halen tartışma kültürümüzü geliştiremiyoruz, sinirlendiğimiz anda kötü sözler sarfetmeye hazırız. Kötü sözler söylemem için Ahmet Urhan ve birkaç kişinin bütün tahriklerine sabırla katlanmak benim için de büyük bir sınavdı ve bu sınavı başarıyla geçtiğimi düşünüyorum.

Münazara kültürünü ülkemizde nasıl yerleştiririz araştırmamız lazım.

Sonuç olarak dönüp dolaşıp yine birey olgunlaşması kavramına geliyoruz.

Birey ne zaman olgunlaşır?

Birey yaptığı hareketlerin, attığı adımların sonuçlarını üstlenebildiği zaman olgunlaşır.

Birey bir hareket yapmadan, söz söylemeden, yazı yazmadan önce çok defa düşündüğü zaman olgunlaşır.

Birey başkalarının hak, özgürlük ve saygınlık sınırlarını aşmamayı öğrendiği zaman olgunlaşır.

Birey özür dilemeyi ve hatasını telafi etmeyi öğrendiği zaman olgunlaşır.

Birey dinlemeyi öğrendiği zaman olgunlaşır.

Birey elindeki hakları suistimal etmediği zaman olgunlaşır.

Birey aynanın karşısına geçip kendi yetkinliklerini değerlendirebildiği, bireysel hayat muhasebesini görebildiği zaman olgunlaşır.

Saygılarımla sana Ahmet Urhan …

Human Resources IQ

Human Resources - HR Articles, Information & HR Portal - IQPC_1258057987297

Dünya üzerindeki İnsan Kaynakları profesyonellerini bir araya getiren yeni bir site Human Resources IQ.

Human Resources IQ’ya üye olduktan sonra sunduğu birçok imkandan faydalanabiliyorsunuz.

Meslekdaşlarınızla forumda görüşebiliyor, başarılı İK uygulama örneklerini okuyabiliyor, sorunlarınızı paylaşabiliyor, sorular sorabiliyorsunuz.

Üye olabileceğiniz birçok grup mevcut. Ama şu an itibariyle gruplarda pek bir hareket göremedim.

Sitenin bir diğer hizmeti İK videoları. Bayağı geniş bir kaynakça mevcut.

Bunun yanısıra benim henüz teknik yetersizlik nedeniyle bağlanamadığım web seminerleri ve konferanları düzenleniyor. Dünyadaki İK gündemini takip etmek için ne kadar faydalı. Dilerim kısa sürede bu hizmeti ben de kullanmaya başlayabilirim.

Elbet İK profesyonellerinin yazdığı makaleler, röportajlar bölümü çok zengin ve İK kitap tanıtımı yapılıyor.

Ayrıca sitede çok sayıda kayıtlı İK blogu mevcut. Gez gez, oku oku bitmez 🙂

Bütün İngilizce’ye hakim İK profesyonelleri, öğrencileri ve meraklılarına üye olmalarını tavsiye ederim.

🙂

Hedef Çeşitliliği ve Motivasyon

TARGET

Konu şirketler ve iş süreçleri olunca hedef kelimesi akla doğal olarak “şirket, bölüm, kişisel iş hedeflerini” getiriyor. Oysaki bir insanı başarıya götüren hedefler sadece “iş” üzerinden tanımlı olanlar değildir. Hedefler deyince bireyin hayatının her yönünün mercek altına alınması, kavrama bütüncül yaklaşılması gerekir.

İnsan Kaynakları bölümlerinin ana görevlerinden biri şirket hedeflerini gerçekleştirecek olan bireysel performansları takip etmek iken, bir diğeri de çalışanları bu performanları sağlayabilmeleri hatta öngörülenin üstünde başarı sağlayabilmeleri için motive etmektir.

İnsan Kaynakları profesyonellerinin çalışanların motivasyonlarını arttırmak için uygulayabilecekleri en önemli teknik ise onlarla ilgilenmek, onlara önemli olduklarını hissettirmektir. Onların geçmişlerini, ailelerini, hobileri bilmek, mutluluklarını veya üzüntülerini paylaşabilmektir. Hatta onlara iş hayatı dışında hedefler koydurmak üzere yönlendirebilmek ve takiplerini yapmaktır. Bu kurulan ilişki boyutu aslen adı üstünde yaşam koçluğudur.

Peki, hedefler bütününe baktığımızda hangi tip hedefleri görüyoruz? Siz kendinizi düşünün.

Ailevi hedeflerinizi var mı? …. aile kurmak, bir çocuk sahibi olmak, vs

Fiziksel/sağlık hedefleriniz var mı? …. kilo vermek, kilo almak, kaslı bir vücuda sahip olmak, varsa bir hastalığınız onu atlatmak vs.,

Sosyal/kültürel hedefleriniz var mı? … sergi gezmek, kitap okumak vs.

Zihinsel hedefleriniz var mı? …. kendinizi belirli bir konu üzerinde geliştirmek, bir yabancı dil öğrenmek, vs.

Ruhsal hedefleriniz var mı? … daha huzurlu olmak, inançsal bütünlüğünüzü sağlamak, vs.

Eğlence/rahatlama hedefleriniz var mı? …. tatile gitmek, arkadaş tolantılarına katılmak, vs.

ve elbet

İş hedefleriniz? …..

Kısacası bu yazıda aslen çuvaldızı hem çalışanlara, hem de İnsan Kaynakları profesyonellerine batırıyorum.

Kimler kendilerine iş harici konularda (aile, fiziksel, sosyo/kültürel, zihinsel, ruhsal, eğlence) ulaşılabilir, zorlayıcı, ölçümlenebilir, zamanlanmış ve net hedefler koyuyor?

Hangi İnsan Kaynakları profesyonelleri sorumlu oldukları ekiplerin iş harici hedefsel çeşitliliği takip ediyor? Unutmayın ki, çoğunlukla işteki performans düşüklüğü çalışanların iş harici hedeflerindeki aksamalardan kaynaklanır. Sorumlu olunan ekipleri yakından tanımak, onlarla ilgilenmek keyfi değil, aslen ana görevlerimizden biridir.

🙂