Dedikodu Mu, Mülakat Mı?

Mesleğe başladığım ilk aylardı. Hızlı öğrenme ve empati kurma becerilerim sayesinde kısa sürede giriş ve girişin bir üstü seviyedeki mülakatları yanlız başıma yapma yetkisini almıştım.

Elimdeki pozisyon yönetici sekreterliği idi. Adaylarda iş tecrübesi ve İngilizce dil bilgisi arıyorduk. Özgeçmiş taramasından sonra uygun adaylarla mülakat etabına başladım. Normal tempoda giden görüşmelerin rengi kapıdan sapsarı saçları ile orta yaşlarında güzel bir kadın girince değişti.

Aday kelimenin tam anlamıyla alımlıydı. Konuşması etkileyiciydi. Özgeçmişi ve geçmiş işverenleri merak uyandırıcıydı. Özellikle son altı, yedi yıldır çalıştığı patronu benim sıklıkla ismini farklı ortamlarda duyduğum bir işadamıydı.

Konu konuyu açtı ve söz doğal olarak son işverenine geldi. Ve geldiği andan itibaren benim kelimenin tam anlamıyla “şok” olduğum süreç başladı. İlk başta genel bir iş memnuniyetsizliği anlatımı olarak başlayan diyaloğumuz yerini iş adamının özel hayatının detaylarına bırakınca benim kafamı da kaygı dolu düşünceler kaplamaya başladı:

“Bu anlatılanların ne kadarını dinlemeliyim? Bu çeşit konuşmalara izin vermeli miyim? Bu konuşmalar nereye varacak ?”

Mülakatın tecrübe paylaşımından ziyade %100 bir dedikodu ortamına döndüğünün farkettiğimde iş işten geçmişti. Aday o kadar coşku ve hırsla ile anlatıyordu ki, o günlerin tecrübesizliği ile onu susturamadım.

Sonuç:

İşverenini bu derece berbat konuma düşüren aday tabii ki ikinci aşamaya geçemedi. Ama psikolojik olarak deşarj olduğundan eminim…

Ben ise İstanbul’un önde gelen iş adamlarından birinin kulağa pek de hoş gelmeyen özel hayatını en ince detaylarına kadar öğrenmiş oldum.

Oldum da birşey oldu mu?

Hayır … mülakatta konuşulan “özeller” aday ile işe alımcı arasında kalır, işe alımcılar ketumdur 😉

Tatil Hedefim

5 Temmuz’da bir aylık yaz tatilimize başlıyoruz. Aslında bolca işle karışık bir zaman dilimi olacağa benziyor ama yine de sadece tatile özgü kendime hedef koymayı da ihmal etmeyeyim dedim.

Yedi yıl kadar önce üç kur gittiğim temel seviyedeki İtalyancamı yeniden ele almaya karar verdim. Halen kafamda birçok bilgi duruyor çünkü ilk iki kurda özellikle o kadar çok yazım, dil kuralları ve kelime çalışmıştım ki, üniversitenin ilk yıllarında bu kadar ders çalışsaydım eminim çok daha kısa sürede bitirirdim okulu 😛

Şaka bir yana, aradan bayağı bir süre geçse de onca emeği heba etmemek adına Amerikalıların dedeme İngilizceyi öğrettikleri yöntemle ben de İtalyancamı canlandıracağım.

Dedem 1950’lerde Napoliye’ye NATO Üssü’ne tayini çıktığında İngilizceyi başlangıç seviyesinde biliyormuş. NATO’daki ilk aylarında temel yazım, dil kurallarını iyice öğrendikten sonra Amerikalılar dedemin eline bir sürü kitaplar tutuşturmuşlar ve bunları asla sözlüğe bakmadan okumaya çalış demişler. Burada ana kural sözlüğe bakmamak. Bilmediği kelimenin anlamını cümlenin gidişinden çıkartmasını istemişler. Dedem çok akıllı ve çalışkan bir insandı, özenle üstüne gitmiş İngilizce’nin, siz düşünün gerisini …

Ben de aynı metodu uygulayacağım. Geçen hafta Bilkent Kültür Girişimi‘nin davetlisi olarak gittiğimiz Topkapı Sarayı Satış Mağazası’ndan kendime aynı “İstanbul” kitabının hem İngilizce, hem de İtalyancasını aldım. Bir taraftan yurtdışından gelen arkadaşlarıma İstanbul’u İngilizce daha güzel aktarabilir hale geleceğim, diğer taraftan İtalyancamı da pekiştireceğim.

Güzel olacak 🙂

Kıskançlık, Duyguların En Asili Mi, En Rezili Mi?

Yazım bir soruyla başladı:

Kıskançlık, sizce duyguların en asili mi, en rezili mi?

Seçim yapmak zor, hatta denklem çok değişkenli olduğu için kanımca bir parça da imkansız. Bir kişi için bile yerine, durumuna, zamanına, muhattabına göre kıskanmak duygusunun yansımaları çok farklı olabiliyor. Örneğin iş hayatında çok saygın/tecrübeli kişilerin yıkıcı nitelikteki kıskançlıklarının takım çalışması performansını ne kadar bozabildiğini kariyerimde defalarca tecrübe ettim.

Biz İnsan Kaynakları profesyonellerine gelince, sanırım en ortak kıskançlık kıvılcımlarının içimizde ışıldadığı an, karşımızda çok nitelikli ve başarılı adayları gördüğümüzde yaşanır. İçimde böylesine bir parlama hissettiğimde kafamdaki yegane düşünce “bunun benim için mükemmel bir fırsat olduğudur”. Nasıl bir fırsat? Soracağım sorularla karşımdaki nitelikli insanın beynine, başarı motivasyonuna, çalışma ilkelerine, üretme disiplinine ulaşma fırsatı. Bunu bir çeşit benchmarking gibi de düşünebiliriz. Aday o kadar içtenlikle açar ki kendisini, adeta Disneyland’de bir çocuğun dolaştığı gibi kişinin beyninde dolaşabilirsiniz. Siz de kendi birikiminizi dökersiniz masaya ve sohbet akar gider … ve görüşme sonunda içinizdeki kıskançlık hissi sıfıra iner, çünkü istediğiniz iş bilgisi ve tecrübelere empati becerinizin desteğiyle fazlasıyla ulaşmış olursunuz.

Kısacası kıskançlık bana göre duyguların en asilidir, kişisel gelişim için ayağa gelen kaçırılmayacak nimettir. Kıymetini bilelim 🙂

Verim Düşüklüğü

Günün yazısı benim üzerine. Benim son iki gündür yaşadığım yazı verimi düşüklüğü odak noktam.

Neden düştü verimim diye düşünüyorum, aklıma üç beş gerekçe geliyor. Gerekçeleri çok kurcalamayıp sonuçta ne yapacağıma odaklanmaya çalışıyorum. Bu konsantrasyon dağınıklığını nasıl toplamalıyım sorusu üzerinden cevaplar üretmeye uğraşıyorum.

Diyorum ki,

Öncelikli olarak bu yaşadığım verimsizliği kelimelere dökmeliyim, kelimeler ile oynamak toparlanmamı sağlayabilir. Şu an yapıyorum …

Sonra birkaç kitap karıştırmalıyım, belki yarın kitapçıya gitmeliyim, birkaç kitap almalıyım.

Ardından üzerine yazabileceğim konu başlıklarını alt alta sıralamalıyım, belki aralarından biri hakkında ilham gelir.

En önemlisi, kafamı kurcalayan yeni oluşumları, yaşanmışlıkları, soru işaretlerini, özlemleri düşünmeyi on gün sonra çıkacağımız yaz tatiline bırakmalıyım.

Bir de her yazı sonrasında kendime bir havuç verebilirsem ne ala.

🙂

Ben kendi kendimi motive edemediğim sürece bu verim düşüklüğünü problemini kimse çözemez, bana kimse yardım edemez.

(Karikatür: “Yazmayı çok rahatlatıcı buluyor da, yazmak verimliliğine yardımcı olmuyor”

Herşey Bir Yana, Bir De Hobin Olsun

Günümüzde çalışma hayatına dair en tartışılan konulardan biri iş ve özel hayat ayrımıdır. Var mıdır gerçekten böyle bir ayrım? Eskiden belki bir parça vardı. Ama şimdiki teknolojik gelişmeler ile halen bu ayrımı keskin bir şekilde korumayı başarabilenler aramızda kalmış olabilir mi sizce?

Ben iş ve özel hayatımı fazlasıyla içiçe geçmiş yaşayanlardanım. Belki çalışmayı çok sevdiğim ve 9-6 mesaisi yaklaşımının bende verimsizliğe neden olduğunu düşündüğüm için kendi hayatımı bir bütün olarak kurguluyorum özellikle son dönemde. Ama benim duruşum doğrudur diyemem, her profesyonelin kendisine göre çözümlemeleri mutlaka vardır.

Her ne kadar iş ve özel hayat ayrımı kalmadı diye düşünsem de, özel hayatın en önemli unsurlarından biri olan hobileri bendeki belirttiğim bütünleşmenin baş köşesine koyarım. Neden? Çünkü bir hobi ile uğraşmak, insanın beynindeki gündelik, özellikle iş kökenli sıkıntılarından, düşüncelerden arınmasını, gevşemesini sağlar. Bireysel motivasyonunu yükseltir. Kimi zaman hobilerden alınan haz duygusu o kadar artar ki, kişi işi ile hobisini birbiri ile harmanlar. Örneğin ben. Blog yazmak hobimi, mesleğimle birleştirerek Kaynağım İnsan’ı açtım ve şimdi kendimin bile çok da öngörmediğim bir yolda keyifle yürüyorum.

Hobi sahibi olmanın önemini bireyin kavramasından öte, gördüm ki bazı kurumlar da mekanizmaya el atmış. Geçenlerde böyle başarılı bir girişimi inceleme fırsatı buldum ve hayran kaldım. Konya Büyükşehir Belediyesi bir süre önce şehir içindeki çok geniş ve verimsiz bir araziyi ele alıyor ve ıslah ediyor. Araziye iki metre tarım toprağı takviyesi yapılıyor. Ardından arazi eş parçalara bölünüyor ve bir duyuru yapılarak Konya Merkez’de yaşayanlara cüzzi bir ücret karşılığnda bu küçük  toprak parçalarına sahip olabilecekleri söyleniyor. Konyalı’nın bu duyuruya ilgisi büyük oluyor.

Konya Büyükşehir Belediyesi‘nin “Hobi Merkezi” diye adlandırdığı bu projeden danışmanlığını yaptığım firmanın Konya Şube Müdürü sayesinde haberdar oldum. Kendisi de bu Hobi Merkezi’nin toprak sahiplerinden biri. Toprak sahipleri ellerindeki verimli alana sebze, meyve, ihtiyaç duyabilecekleri herşeyi ekmişler. İş çıkışlarında, haftasonları gelip minik bahçeleri ile ilgileniyorlar. Toprakla haşır neşir olup günlük sıkıntılarından arınıyorlar. Bahçelerinden kopardıkları domates, biberleri mangalda közlerken çocuklarının büyük oyun bahçesinde koşup oynamasını seyrediyorlar. İnsan etrafta dolaştıkça gerçekten çok etkileniyor, böyle bilinçli projeler üreten idarecileri takdir ediyor.

Sözün özü, iş veya özel hayat, ikisini her nasıl yaşıyor olursanız olun, tutkuyla bağlandığınız bir veya birkaç hobi de edinmeyi ihmal etmeyin. Hobilerle hayat emin olun çok daha güzel.

🙂

Bir Fındıkçının Gözüyle Fındık İşçilerinin Yaşamları

Bu yazı her yıl Temmuz-Eylül ayları arasında fındık işçilerinin tekrarlanan yaşam öykülerini anlatmaktadır. Temmuz ayında başlayan sezon tırpanlama denilen ve bahçedeki büyüyen otların temizlenmesi ile başlar. Temmuz sonlarına doğru başta Güneydoğu Anadolu bölgesinden olmak üzere Doğu Anadolu Bölgesinden çalışmak üzere Batıda Sakarya’dan hatta son dönemde Kocaeli’ninde dahil olmasıyla Karadeniz sahil şeridi boyunca Karadenizin doğusuna kadar olan bölgeye çalışmaya gelirler. Eskiden Roman vatandaşlarımız ağırlıklı olarak fındık toplama işlerinde çalışmaktaydı ama son zamanlarda pek görülmez oldular. Yerli halktan da fındık toplama işine gündelik giden maddi durumu kötü olanlar oluyor.

İşçilerin büyük bölümü Güneydoğu Anadoludan çağrılmadan fındık sezonu başlamadan birkaç gün öncesinden gelirler ve mülki amirin gösterdikleri yerlere yerleşirler. Ayrıca daha önce çalıştıkları çiftçilerin çağırması ile gelenler de var, bunlar direkt o çiftçinin göstereceği yere yerleşirler. Eskiden çadırlarda fındık bahçesinde bahçe sahibi ile birlikte kalınırken son yıllarda işçiler içinde özel evler yapılmaya başlandı. Ancak hala işçiler için ev yapmayanlar olduğu gibi ev yapanlarda genelde kaba inşaat halinde evler yaptılar. Bazıları boş dükkanlarda veya depo olarak kullandıkları yerlerde toplu olarak konaklamalarını sağladılar.

Güneydoğudan gelen işçiler arasında üç değişik grup bulunmaktadır.

1-Gezme amaçlı gelenler
2-Çalışmak için gelenler
3-Terör örgütünün keşif amaçlı gönderdikleri

İlki maddi olarak çalışmaya ihtiyacı olmayan bölgede söz sahibi kişilerin çocuklarıdır. Bunlar genelde değişik yerler görme ve gezme amaçlı gelirler. İkincisi ise maddi olarak durumu kötü çoğunluğu oluşturan insanlardır. Asıl çalışmak amacıyla gelenlerdir. İşçiler genelde her türlü eşyalarını yanlarında getiriyorlar. Sorunda bazen burada çıkıyor. Bazıları yanlarında silah veya kaçak çay, sigara v.s. getiriyor. Üçüncu grup ise özellikle son yıllarda Terör örgütünden bu işçilerin arasına sızanlarda olduğu biliniyor. Bu kişiler üçüncü grubu oluşturmaktadır. Ancak şu ana kadar oluşan büyük çaplı bir olay olmamıştır. Sadece bu sızan örgüt mensuplarının çevreyi keşif amaçlı aralarına sızdığı düşünülmektedir. Ekmek parası peşinde koşan işçilerde tehdit yolu ile veya gönüllü olarak yanlarına aldıkları bu kişileri bazıları korkudan bazılarıda bilerek getirdikleri için bu kişileri deşifre etmemekteler. Bu nedenle emniyet güçleri ile işçiler arasında zaman zaman istenmeyen olaylar çıkabiliyor.

Güneydoğu Anadoludan gelen işçileri çavuş veya işçibaşı denilen kişiler fındık bölgesine getirir ve işçilerin yaptıklarından bunlar sorumludur. Bahçede genelde işçilerin başında bulunur ve işçiler ile bahçe sahibi arasındaki irtibatı sağlar. İşçibaşLARı çalışmadan 2 yevmiye olarak gündelik alırlar. Hatta bazıları işçilerden de onlara iş buldukları için komisyon alıyor gibi söylentiler de var. İşçilerin gündelikleri 16 yaş üstü ve 16 yaş altı olmak üzere 2 şekilde mülki idare emirince açıklanır. Güneydoğu Anadolu kökenli işçiler sabah 07:00-19:00 saatleri arasında çalışırken yerli işçiler 08:00-18:00 saatleri arasında çalışır ve Güneydoğu kökenli işçilerden yaklaşık %20 fazla ücret alırlar. Bunun sebebini de çiftçiler şöyle açıklıyor “Güneydoğu kökenli işçiler fındık toplarken pek dikkat etmiyorlar fındık ağaçlarına zarar veriyorlar. Fındık ağacı zarar gördüğü zaman ilerleyen yıllarda o zarar gören ağaçtan ürün alamayabiliyorsunuz ve fındığı tam toplamadıkları için topladıkları yerleri tekrar hızlı bir şekilde gezerek kontrol etmek zorunda kalıyoruz, bu da ilave işçilik gideri oluşturuyor” şeklinde açıklıyorlar. Fındık bahçeleri genelde engebeli, hatta bazı yerleri insanın bile zor durabildiği şekilde arazilerdedir. Bu nedenle fındık toplama işi genelde zahmetlidir. Çalışılmamış her gün boşa geçen cepten harcanan gün olduğu için Güneydoğu Kökenli işçiler aşırı yağmur yağmadığı sürece kendi istekleri ile çalışırlar.

Bahçe sahipleri genelde bağında bahçesinde yetişen mevye ve sebzeyi bu işçilerle paylaşır. Kişisel küçük olayları saymazsak işçiler ile bölge halkı arasında uzun yıllar süren dostluklar kurulur hatta bazıları sezon dışında bu işçileri memleketlerinde ziyaret ederler. Nadir de olsa kız alıp verme gibi akrabalık bağı kuranlar dahi bulunmaktadır. Ancak son dönemde özellikle başta Roman vatandaşlar olmak üzere diğer fındık işçiliği yapanların azalması nedeniyle güneydoğudan gelen bazı gruplar bahçe sahiplerine rest çekerek ‘çalışmaya gelmeyiz ürününüz bahçede kalır’ gibi tehditlerde bulunup gündelik yevmiyelerini mülki amirin açıkladığının %50 si üzerinden talep ettikleri görülmüştür. Bu gruplar az sayıda olmasına rağmen özellikle son 10 yılda yanlış politikalarla değerlendirilemeyen fındığın, siyasi çekişmelere alet edilmesiyle zaten üründen masraflar çıktıktan sonra neredeyse ellerinde birşey kalmayan bahçe sahiplerini ileriye dönük tedirgin etmektedir. Bunun yanında işçiler kazandıklarının yarısını çalıştıkları bu dönemde temel ihtiyaçları için harcarlar. İşçilerin çoğu çağrılarak gelseler dahi bir bahçe sezon boyunca çalışacak kadar ürün olmadığından birden fazla bahçede çalışırlar. Eylül aylarının sonlarına doğru sezon bittiğinde eşyalarını toplayarak başka bir ürünü toplamak üzere yine yollara çıkarlar. Bazıları 6 ay memleketlerine gidemez.

Son olarak şunları söylemek isterim. Birçok fındık çiftçisi uzun yıllar aynı işçiler ile çalışır, sezon başlamadan önce telefon yolu ile birbirleri ile haberleşerek ne zaman fındık toplamaya başlayacaklarını belirtirler. İşçilerde bu görüşmeye göre hareket ederler. Üzerine basa basa belirtmek istediğim bir durum var. İşlerin başta konaklama olmak üzere temel ihtiyaçları eskiye nazaran düzelmesine rağmen birçok işçi fındık işçiliğini bırakıp yerlerine yeni yetişen gençlerin gelmesiyle eski bağlarda zayıflamaya başlamıştır.

Erol Dizdar
http://www.gelecekonline.com/

46 Kelime, 30 Saniye

Bazen hayat insana kendisini, mesleğini geniş geniş ifade edebileceği imkanlar vermeyebiliyor. Örneğin önemli bir toplantıda kendinizi tanıtacaksanız ve size verilen o çok kısa sürede sizden  “herşeyinizi” anlatmanız bekleniyor. Ne yapardınız? Hangi kelimeleri, hangi sıra ve vurguyla kullanırsınız?

En öz, öz, özgeçmişiniz nasıl olurdu?

Ben düşündüm ve yazıyorum:

Danışmanlık, perakende, tarım ve sanayi şirketlerinde geçen on üç yıllık İK mesleğime serbest danışman olarak devam etmekteyim. Bugüne kadar bütün İK süreçlerini kurup, işletip, geliştirmiş olmakla beraber, ana mesleki uzmanlık alanlarımı şirket strateji haritaları oluşturmak, şirket/bölüm/çalışan performansı ölçmek ve işe alım yapmak şeklinde özetleyebilirim.

46 kelime, 30 saniye.

Bana göre fena olmadı.

Düşünüyorum da, eğer bir kişi kendisini bu şekilde hap formatına dönüştürüp rahatça dile getiremiyorsa, isterse bütün ilaç şişesini kendisiyle doldurdursun, yine de onun için yeterli olmaz.

Sizce?

😀

Türk Müzeciliğinde Farklı Bir Soluk Ve Canlanan İşkolu

Bana göre bir ülkedeki müzeler, o toplumun gelişmişlik düzeyinin, kendi kültürüne verdiği önemin aynasıdır. Yıllardır gerek ülkemde, gerekse ziyaret ettiğim memleketlerde onlarca müze gezmek imkanım oldu. Benim gözlemime göre eğer yurtiçi ile yurtdışı müzeleri kıyaslamak gerekirse, aradaki en önemli farklardan biri, müzeden ayrılmadan önce uğranılan son nokta, satış mağazalarındadır. Yurtdışındaki müze satış mağazaları ziyaretçisinin elini kesinlikle boş bırakmazken, ülkemizdekilerde ziyaretçi ülkesine götürebilecek makul bir kültürel anı veya bilgi kaynağı bulabilmekte bayağı zorlanır.

İşte sonunda bu açığı Bilkent Kültür Girişimi görmüş ve aradaki farkı hızla kapatabilmek için projelerine hızlıca başlamış.

Bugün Topkapı Sarayı’nda Bilintur CEO’su Orhan Hallik ile paylaştığımız, söyleştiğimiz dakikalarda kendisinden Bilkent Kültür Girişimi’ni dinledim. Duyduklarım ve ardından da gördüklerim beni çok mutlu etti.

Bilintur CEO’su Orhan Hallik’den dinlediklerimizden birkaç anektot;

“Bilkent Kültür Girişmi sosyal sorumluluk bilincinin sonucu olan bir sivil toplum hareketi niteliğinde. Çıkılan yolda, öncelikli olarak ülkemizdeki müze ve ören yerlerinin ziyaretçileri için birer cazibe merkezi olması, kültürel zenginliğimizin doğru yaşatılabilmesi için, yılsonuna kadar Türkiye çapında 62 müzede satış mağazaları açılacak. Bu mağazalarla beraber 33 tane Müze Kahvesi hizmete girecek”

“Müze ve ören yerleri satış mağazalarında alıcıya ulaşacak kültürel ürünlerin sağlanmasında birçok el sanatkarı ve atölye çalışılıyor. Bu, yokolma tehlikesi ile karşı karşıya olan kimi el sanatımız ve sanatçılarımıza çok önemli bir gelir kaynağı sağlamak anlamına geliyor. Şu an BKG 100 el sanatçısı ve 60 firma ile kültürel ürünler hakkında çalışma yürütüyor. BKG Türk El Sanatları’na verdiği bu destekle dolaylı olarak 2000-3000 insana iş imkanı sağlayacağını öngörüyor.”

“BKG, önümüzdeki günlerde Kültürel Ürün Tasarım Yarışması açarak kültürel mirasımızın farkındalık seviyesini arttırmayı, canlı tutmayı ve yeni nesiller tarafından da öğrenilmesine destek vermeyi planlıyor”

“BKG, sanal mağazası ile ziyaretçisine 24 saat satınalma yapma imkanı veriyor”

“BKG, geleneksel Türk lezzetlerine de sahip çıkıyor. Türk kahvesi ve lokumunu en üstün seviyede standardize edilmiş kültürel ürünler olarak müze ve ören yeri satış noktalarında ziyaretçilerine sunuyor”

“BKG’nin kültür projeleri kapsamında Noel Baba Projesi ve  Türkiye’nin kültürel zenginliğini yansıtan belgeseller çekmek bulunuyor”

“BKG, müze ve ören yerlerindeki Türk ve yabancı ziyaretçilerine Türkiye’nin kültürel zenginliğine en doğru kaynaklardan ulaşabilmeleri için çok dilde hazırlanan yayınları sunuyor. Satış noktalarıda çok geniş bir kitap bölümü bulunmakta.”

“BKG’nin konusunda uzman, çok değerli bilim insanlarından oluşan büyük bir danışman kadrosu bulunuyor.”

Evet, benim bu sabah çok da detaya girmeden tutabildiğim notlar bunlar. Ama eğer siz yazdıklarımın gerçek hayata yansımasını görmek istiyorsanız lütfen en kısa sürede İstanbul’da Topkapı Müzesi’nde açılan Satış Mağazası ve Türk Kahvesi’ne gidin.

Emin olun, damağınızda enfes kahvenin tadı ile eliniz kolunuz dolu mekandan çıkacaksınız.

🙂