50’li yılların sonu. Annem Üsküdar Amerikan Kız Lisesi 9. sınıfında okurken Amerikan Edebiyatı dersinin Amerikalı öğretmeni sınıfa bir konu veriyor ve bu konuyu toplam on cümle ile inceleyerek, düşüncelerini aktarmalarını istiyor.
Süre sonunda bütün sınıf kağıtlarını öğretmene veriyor. Öğretmen çok kısa süre sonra kimsenin iyi not almadığı haberini iletiyor. Sınıftaki özellikle çok iddialı olan öğrenciler duruma çok bozuluyor, hatta sinirleniyor. İşte öğretmenin verdiği açıklama:
“Ben sizden düşüncelerinizi açıklamanızı istedim ama sadece on cümle ile. Aranızda bu koşula en yaklaşan Emel(annem 🙂 ) ve o da on yedi cümle kurmuş.”
Annem bana bu anısını anlattığında ne çok ve gereksiz kelime ürettiğimizden dem vurdu, ben de ‘asansör mülakat’ tekniğini hatırladım. Toplam kırkbeş saniyede bir kişinin kendisini anlatabilmesi süreci. Elbette bir diğer altı çizilecek saptama ise karşımıza çıkan durumlara kendi koşullarımızı sorgusuz sualsiz katma, ne istenildiğini kavrayamama alışkanlığımız.
Gerçekten işin özü şu sorularda:
Neden bizler on cümlede anlatabileceğimizi otuz cümleye yaymadan edemiyoruz?
Kırkbeş saniyede toparlayabileceğimizi neden neredeyse imkansıza sürüklüyoruz?
Nasıl olmuş da ‘kuralsızlık’ kuralını içten içe bu derece benimsemişiz?
…
“Ben mi cevaplayayım? … Nereden başlasam ki, siz beni yönlendirin, bu soruların sosyolojik, ekonomik, tarihi, politik, antropolojik, epistomolojik, vs o kadar çok nedeni var ki …. on cümle yetmez ?! ”
😉