Kategori arşivi: Profesyoneller

Banu Kerse

SMMM olmak…

1996 yılında üniversiten mezun olduktan sonra kafamda belirlediğim bir meslek yoktu. Ne yapardı ki bir iktisat mezunu? Arkadaş kurbanı olarak girdiğim bu bölümü severek okumamıştım, kafamda da geleceğe dair bir planım yoktu. Ben de diğer arkadaşlarım gibi bilumum banka sınavlarına girdim . Ama istediğim o değildi sanki. Sonuçta kendime göre iş bulamayınca mali müşavirlik stajına başladım. Ben işsiz kalınca mali müşavir oldum.

Mali Müşavirlik mesleği zor ve uzun bir süreç. 4 yıllık lisans mezunları için 2 yıl staj zorunluluğu var. Staj sonrasında 7 dersten sınava giriliyor ve 60 ortalama puanla en fazla 2 yıl içerisinde bu derslerden geçmek gerekiyor. Gerçi şimdi bu süreç farklılıklar göstermiş. Süreç biraz sancılı olduğu için bu mesleği cidden istemek gerekiyor. Mali müşavir olduktan sonra da süreç bitmiyor. Sürekli kanunları takip edip hem işlemini yaptığınız firma açısından hem de devlet açısından doğru olanı yapmanız gerekiyor.

İyi bir muhasebeci danışmanlık yaptığı firmanın istediği karlılıgı ortaya çıkaran, devlet açısından iyi vergi ödeten taraf olmalı. Bu denge çok hassas. Ben mali müşavirlik sınavlarına girerken bir grup protestocu sınava girdiğimiz yerde “asıl vergi kaçakçıları burada” diye bağırmıştı. Anlam verememiştim ama maalesef toplumda bu şekilde algılanıyor ve hak ettiği yeri bulamayan bir meslek grubu olarak gözüküyor.

1997-1999 yıllarında stajımı yaptım. 1999 yılının sonunda sınavlar devam ederken Pamukbank T.A.Ş.’nin açmış olduğu “mali analist uzmanlığı” sınavını kazandım. Staj bitmişti ama ben bankacı olmuştum. Amacım genel müdürlüklerde görev almaktı ama herşey planladığım gibi olmadı. Aşık oldum ve evlendim. Genel Müdürlük hayallerim için uygun bir yerde değildim artık. Eşimin görevi nedeniyle Marmaris’te yaşıyorduk. O yüzden şube bankacılığına devam ettim bir süre. Ama bu benim meslek hayatımda düşündüğüm bir gelecek değildi. Bankadan ayrılmayı kafama yerleştirmeye başlamıştım ancak anne olacağım ayrıntısını düşünmemiştim. Bebeğim 1 yaşındayken bankadan ayrıldım. Çalışan anne olmak çok zor bence. Eşimin işi nedeniyle çoğunlukla yanımızda olmadığını da düşününce kızıma bu haksızlığı yapamazdım. Bankadan ayrılıp kendi mesleğimi yaparsam sanki ona daha çok vakit ayırabilecektim. Öyle de oldu. Ama bu sefer eşimin tayini çıktı. Artık İstanbul’da yaşamak zorundaydık. Evet bu saatten sonra ben mesleğimle ilgili plan yapmak istemedim. Şimdi aile bütçesine katkı amaçlı , az zamanlı ve bağımlı olarak bir şirkette mali danışman ve muhasebe sorumlusu olarak görev yapıyorum.

Bu yazıyı ilk kızım İlkem’e okudum ama “beni bir tane yazmışsın” dediği için bu notu düşmek durumunda kaldım.

Teşekkürler….

Banu Ayşe KERSE
[email protected]

Burak Tolga Özden

“…Sabah saat:05:30 civarıydı. Hava yeni aydınlanmakta, Ekim ayının kışı anımsatan sabah soğuğunu içimde hissetmekteydim. Otobüsten iner inmez Malatya’yı 4 km. uzaktan, sönmemiş sokak lambaları içinde yarı aydınlık bir halde görebiliyordum. Doğduğum şehire bakarken içim biraz garip olmuştu. Her ne kadar Malatyalı olmasam da bu şehir sabahın o soğuğunda içimi tuhaf bir şekilde ısıtmıştı ve kendime diyordum ki Bingöl’e öğretmen olarak atanmasam buraları bekli de hiç görmeyecektim.”

Bu satırlar 2000 yılında öğretmen olarak atandığım Bingöl iline giderken verdiğimiz son moladan arta kalan anlardandı.

Mesleğimin İlk Yılları

İlk satırlarda da yazdığı gibi 1976 yılında Malatya ilinde doğmuşum. Babamın askerliğini burada yapması Malatya’ya değişik bir gözle bakmama sebep olmuştu. Aklımın ermediği bir yaşta da buradan ayrılmıştık.Aslen Nasreddin Hoca’nın torunuyuz yani Akşehir’liyim.Konya’nın bu farklı ilçesinde ilk, orta, lise eğitimimi tamamlayarak Ankara’da Gazi Üniversitesi Fen-Edeb.Fak.Fizik Bölümü’nü bitirdim. Üniversite okurken içimiz dışımız Kuantum Fiziği olmuştu. Artık bir fizikçiydik ya, atomu bile tekrar tekrar parçalara ayırabilirdik.Ama iş öyle değilmiş.Hayat bizi E=m.c^2’nin ispatını yaptığı sıralardan Bingöl ili, Genç ilçesi, Yiğitbaşı-Ayrancık mezrasına tek öğretmenli bir okula attı. 2000 yılı itibariyle burada ki okulun kapanmasından tam 13 yıl geçmişti. Yani 13 yıldır kapalı olan içinde bir sınıf ve lojmanı bulunan bir bina ile karşı kaşıyaydım. Malum terör insanları öldürdüğü gibi eğitimi de öldürmüştü.

Hayatımın Bingöl kısmı tam bir roman desem inanın yalan olmaz. Tam yedi yıl; dağında, ilçelerin de, il merkezin de görevlerle geçen yedi yıl. Bu zaman zarfında unutamadığım bir çok anım var ama bunlardan bazıları Türkiye’nin sadece Ankara ve İstanbul’dan oluşmadığını da insanın suratına çarpıyor.

-2001 krizini 3 gün sonra öğrendim.Çalıştığım mezrada kar fırtınasından dolayı elektrikler kesilmişti.Telefonunum şarjı da bitmişti.Neyse bir kenara 200 Mark atmıştık 🙂

-6 yaşında bir kız çocuğuna uzattığım çikolataya karşılık bana sorduğu soru “Bu nedir?” (Zazaca) oldu. Uzattığım çikolata her çocuğun bildiği,bizlerinde marka olarak aklımıza kazındığı Halley çikolatasıydı.

-Türkçe bilmeyen 9 ilköğretim 1. sınıf çocuğuna önce Türkçe kelimeler,sonra yazmayı öğrettim.

Ve onlarcasını sıralamak mümkün. Asıl olan eğitim adına buralarda görev yapan binlerce öğretmenden biriydim. Yukarıda da söylediğim gibi Türkiye iki şehirden oluşmamaktaydı.

İnternet ve fizikbilim.com’un Kuruluş Öyküsü

İyi, kötü geçen yedi yılın son aylarında geceleri internet merakım “blog yazma ve yeni bir site yaratma” kavramları ile doldu taştı. 2007 yılı Haziran ayında fizik öğretmenliği sadece derste kalmamıştı. www.fizikbilim.com isimli bir siteyi hayata geçirmeme de sebep olmuştu.Bu siteyi kurarken iki şeye dikkat ettim. İlki internet ortamındaki fizik sitelerinin neredeyse hepsi ders bazında yayın yapmasıydı. Diğeri ise fizik kelimesinin sadece Einstein’dan oluşmadığını ve lise de fizik öğretmenimizin dışında hayatın bir çok anında fizik bilimini kullandığımızı gösterebilmekti.

Buradaki en büyük tecrübeyi mesleğimden dolayı yaşamaktaydım. Öğrencilerimden,yaptığım yolculuklarda tanıştığım insanların fizik dersine bakış açıları sitenin temelini oluşturdu. Sonuçta siteyi ilk adımdan alarak Google hedef kelimede ilk sayfaya getirdik. Ama yakın bir zamanda Google bize sürpriz yaparak bizi ilk sayfadan attı. (Teknik bir sorundan dolayı)

Blog ise kişisel olarak yazılar yazdığım bir alan olarak yayın hayatını sürdürmekte www.buraktolga.net

Şu anda 34 yaşındayım. Dünyalar tatlısı 9 aylık bir oğlum ve aynı tatlılıkta bir eşe sahibim. Ayrıca oğlum adına da bir blog tutmaktayım.(www.boratunc.blogspot.com) Fizik öğretmenliğine ve hayatıma Çanakkale’nin Biga ilçesinde devam etmekteyim.

Öğretmen Adaylarına Tavsiyeler

Hayatta önemli olanın yaşadığın tecrübeleri günlerin getirdiği zorluklar karşısında kullanabilmek olduğunu kavramış biri olarak özellikle öğretmenlik mesleğini seçeceklere bir iki önerim olacak.

1-) Ülkenin doğusu batısı fark etmeksizin mesleğinizi yapmaya çalışın.İnsan her yerde insan,televizyon ki özellikle medya olayları farklı açılardan sizlere yansıtmaktadır. Yaşamak, görmek ve insanlarla o havayı solumak lazım.

2-) Çoğu öğretmen adayı görev yapacağı okulun ve öğrencilerin dört dörtlük olmasını ister. Ama bu tür okullarda her öğretmen görev yapar. Tecrübe kazanmak ve ilerleyen yıllarda mesleğe diğer insanlardan farklı açılardan bakabilmek için işe sıfırdan yani bir köy okulundan başlamak gerekliliğine inanmaktayım.

3-) Acı bir gerçek, üniversiteler de öğretilen eğitim sistemlerinin çoğunu Türkiye’nin birçok okulunda uygulayamıyorsunuz. Sebebi o okulda veya şehirden kaynaklanan maddi ve manevi farklılıklardır. Siyaset belki de en çok milli eğitim sistemine bulaşmış durumda. Sınıfa girdiğinizde kendiniz ve sizden bir şeyler bekleyen öğrencilerle başbaşa kalmaktasınız.O andan itibaren siz varsınız. Ağzınızdan çıkan her kelime belkide o insanların hayatını yönlendirecektir.

4-)Meslek olarak bir yerlere gelmeyi ve öğrencilerinizi de belli bir düzeyde tutmayı istiyorsanız günlük olaylardan ve teknolojik gelişmelere uzak kalmayın. Ders kitapları her zaman doğruyu söylememekte. Nasıl ki Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü Galileo’dan 500 yıl önce bulan Uluğ Bey’i hala bizlere öğretilmemesi ve ders kitaplarımızda yazmadığı gibi.

Herkese saygılar ve sevgiler

Burak Tolga ÖZDEN
Fizik Öğretmeni
www.fizikbilim.com
www.buraktolga.net
www.boratunc.blogspot.com

Olcayto Cengiz

Kişileri değil, iyi fikirleri aramalıyız. – Noah Avram Chomsky

-“Ben reklamcı olmak istiyorum!”

-“Selamınkavlen!” dedi annem, oturdu karşıma,

-“Nereden çıktı oğlum reklamcılık?”

Böyle başladı hayatın bana çizdiği tuhaf yol. Annem şaşkındı, şaşkın olmakta da haklıydı zira değil ailemizde; sülalemizde reklamcı yoktu. Tamam kendisi güzel sanatlardandı, dekorasyon okumuştu. Babamın da dededen gelen (büyük dede Atatürk’ün heykeltıraşı oluyor) bir el becerisi durumu vardı ama sülalenin bir yarısının tıp diğer yarısının turizm ile uğraştığı bir ortamda “reklamcı” olacağım diye çıkan birisi garip gelmişti.

Ve bu dediğim 1992, yani o zamanlar o kadar da popüler, hayranı bol, tartışması çok bir alan  değildi reklamcılık.

Neticede ailede isteğime karşı çıkmadı, ama çok da alkış tutmadı.

Sonrasında lise bitti, bir takım olaylar birbirini kovaladı ve ben kendimi 94 Kasım’ında Antalya’da buldum.

Hiç bilmediğim bir şehir, hiç bilmediğim insanlar ve ben.

Aynı sene Mayıs ayında anneler günü için ne hediye alsam paradoksunun sonucunda; bir dosya kağıdına –o zamanlar benim için adı buydu, A4 değil- çizdiğim bir ilan ile annemin mağazasının bulunduğu pasajdaki ilan bürosuna gitmemle hayatımda bir kırılıma yol açtığımı nereden bilebilirdim.

İlan Hürriyet Akdeniz’de yayınlandı. Ben mutlu oldum, annem ağladı. Ama işin ilginci, Hürriyet Akdeniz’in telefonları kitlendi, ilandaki lakaplar kimindi, o anne kimdi, bu ilanı kim yapmıştı…

İlanı  çıkartmamda yardımcı olan kişi; Antalya’nın o dönem en büyük reklam ajansında müşteri direktörü olmak dışında yerel popüler bir radyo kanalında program yapıyordu. Sıkılmama ilaç olur düşüncesiyle; İstanbul’da korsan radyo yayını yaptığım dönem aklında kalan annem konuyu kendisine açarak radyoda benim çalışmamın mümkün olup olmayacağını sormuş, kendisi de ben de bu çene olduktan sonra 10 numara radyocu olacağıma karar vermiş, beni görüşmek için çalıştığı reklam ajansına çağırmıştı.

Ve ben 94 senesinde bir Haziran günü hayatımda ilk kez bir reklam ajansında içeri girdim.

Ajansın alt katında yaptığımız görüşme sonunda ise radyo programı yapmak için girdiğim ajans kapısından, bir kişinin sırf önsezileri ile bana inanması sonucu jr.sanat yönetmeni olarak çıkıyordum!

Ben lise hayalimden vazgeçmiştim, ama o benden vazgeçmemişti.

İşe başladığımın tam 12.gününde ise; 12 gün önce hayatında ilk defa bir Macintosh başına oturmuş, bilgisayarın CD gözünü nasıl açacağını anlamak 10 dakika debelenmiş ancak gene de bulamayınca yardım sonucu klavyeden açıldığını öğrenip çok şaşırmış, “Biri bakarken çalışamıyorum”cu sanat yönetmenlerinin arasında Photoshop’u açıp “Lessons” kısmından neyin ne olduğunu anlamaya çalışmış birisi olarak; Hürriyet Akdeniz’de arka sayfada “4 sütuna 25 santim” arz-ı endam eden ilk ilanıma bakıyordum.

Deli gibi okudum, matbaalarda sabahladım, tüm merakımı işe akıttım. Küçük şehirde olmanın tüm dezavantajlarını avantaj haline çevirdim, “tek kişilik dev kadro” gibi. Bir yandan da Hürriyet Akdeniz’de “Atta İzlenimleri” adında kısa hikayeler yazıyordum.

Devam eden süreci uzun uzun anlatmayacağım; en ufağından en kocamanına reklam ajanslarında geçen 14 yıl. Ulusal ve uluslar arası reklam yarışmaları, finalistlikler, ödüller, tebrikler, senaryolar, ilanlar.

Tüm bu süreçte nice ustalar ile tanışma, beraber çalışma fırsatı buldum. Tedrisat eğitimini aldım anlayacağınız. Ve tüm bu sürede Haluk (Mesci) Abi’nin deyimiyle “Sanat yönetmeni görünümlü reklam yazarı” huyum hep baki kaldı. O “tek kişilik dev kadro” hamurunu hep korumaya çalıştım. Gelen işe hiçbir zaman “iş” olarak bakmadım, “brief” benim için asker mektubu gibiydi.

Sonra, 2005 yılında ev ve iş bilgisayarımın bookmarklarını eşitlemek zor geldiği için “Bunları nasıl ortak bir yerde toplarım ki?” düşüncesinin sonucunda en iyi fikrimi buldum; “iyi fikir!” blogunu açtım. Bu blog sayesinde içinde olduğum internetin en dibine indim, dünya ile eş zamanlı olmanın hazzını yaşadım. Her geçen yıl internetle olan samimiyetim arttı ve aynı yıl Kasım ayında bir adamla tanıştım. Tüm vizyonumu kökünden sarsan bir adamla. Hawaii doğumlu bu Amerikalı katıldığım konferansın ardından benimle bir kahve içme büyüklüğünü gösterdi ve ben olmak istediğim şeyi buldum; “hibrid”.

Bu güne geldiğimizde; kendi adıma yürümek istediğim yoldayım. Olcayto Cengiz “Satan Fikirsel Faaliyetler” olarak çeşitli markalara “Reklam stratejisi tabanlı dijital marka iletişimi” hizmeti sunuyorum, eğitimler veriyorum, “Biri bakarken çalışamıyorum”culara inat “Emin beni, etimden sütümden yararlanın” diye yetiştirdiğim kişilerin koca koca ajanslardaki başarılarına keyifle bakıyorum.

Mesleğim hayatımda en gurur duyduğum konuların başında geliyor. Hiçbir zaman bir torpilim olmadan, “tanıdık vasıtası” ile ilerlemeden –ki çok ihtiyacım olan zamanlar oldu-, Antalya’dan çıkıp İstanbul’da kendime yer açabildim.

Bunun tek bir sebebi vardı; “iyi fikir”.

Bu yazıyı okuyan ve yolun başında olan arkadaşlarıma en büyük önerim budur. Bir fikriniz olsun, ve o gerçekten “iyi fikir” olsun.

Ve siz de o fikrin, o inandığınız iyi fikrin peşine düşün. Kendinize ve fikrinize inanın. Önünüze türlü zorluklar çıkacaktır, sevdiğiniz, inandığınız bir amaç var ise elinizde zaten sizi kimse engelleyemez, ancak geciktirebilir. Ancak bunu yaparken de kör kör gitmeyin. Okuyun, takip edin, araştıma becerilerinizi geliştirin. Hedefinize ulaşın.

Sonra yeni bir iyi fikir bulun.

Zira; kişileri değil, iyi fikirleri aramalıyız.

OC.

http://olcaytocengiz.com/

Çiğdem Özkan

12 yaşındaydım ” Anne ben diplomat olmak istiyorum” dediğimde… Seçimlerim ve hayallerim hep bunun üzerine oldu nedense… Ta ki 2002 yılında mezun olup özel sektör ile tanışana kadar… Biraz biraz havasını kokladıktan sonra “Evet Çiğdem Yönetim ve Organizasyon masterı şart” dedim. ” Diploması hayatın her yerinde zaten… Yaşayacaksın” diye de telkinde bulundum…Sonrasında Halkla ilişkiler üzerine onlarca seminer ve eğitim ile beraber çizgimi belirlemiş oldum.

Roman ve İpekyol firmaları benim için çok ciddi deneyimdi. Teoride öğrendiğim herşeyi tam anlamı ile bu iki markada kullandım. O yüzden benim için çok önemli… Tekstil miydi beni sıkan yoksa kendi tatminlerim mi cevabını hiç veremedim ancak daha farklı şeyler yapmak istiyorum dediğimde yaşım artık 30 olmuştu.

Moreclick ile tanışmam işte tamamen bu döneme denk geliyor… Bilişim apayrı bir sektördü benim için.” Yapabilir miyim” endişesi ile savaşan “elbette yaparsın” hırsı bu sektöre demir atmama neden oldu…İyi ki de oldu.

Yılların verdiği yöneticilik deneyimi bu firmadaki knowhow ile biraraya gelince olmak istediğim yerin burası olduğuna kesin kanaat getirdim. Öğrenecek pek çok şey, yapılacak çok iş vardı…Çok güçlü bir ekip ile güçlü bir firmada olmanın keyfi beraberinde başarıyı getiriyor.

Bilişim bambaşka bir yaşam tarzı…Ya O’nu yaşarsınız ya görmezden gelirsiniz, ya aşık olursunuz ya da kaçarsınız…Ben aşık olanlardanım. Biliyorum ki çok uzun yıllar bu sektörde çok ciddi işler yapacağız.

Amacım ise sadece şu…Yıllar sonra hayatımın karşısına geçip ” Aferin Çiğdem! Diplomasiyi bilişim sektöründe yaşamakla doğru karar verdin. İşte bunlar senin başarıların bunlar da sonuçları ve sana hediyeleri…” diyip gözleri mutluluktan dolu dolu bir şekilde kırmızı Ferrarime bakmak olacak… 😉

Sevgiler….


Cigdem OZKAN
Genel Müdür
MoreClick Reklam Hizmetleri
Google Adwords Qualified Company
Telefon : (212) 444 0 711
E-mail :[email protected]
http://flavors.me/CigdemOzkan

Ali Riza Esin

Merhaba, ben Ali Riza Esin.

İsmimin ortası gerçekten R(i)za. Bunun hikâyesini okuyanlar bilir, okumayanlar da okuyabilir. O nokta önemli.

Peki ‘Originator’ ne demek? Ne iş yapar Originator kişisi, ne yer ne içer? Her şeyden önce bu benim kendim için, kendi kendime uydurduğum bir tanım, ünvan, titr, janr, ne derseniz deyin. Yaptığım işlerin tamamını spesifik olarak yapıştırabileceğim bir karşılık bulamamış olmam nedeniyle uydurdum birkaç yıl önce. Freelancer olarak çalışırken kullandığım kişisel kartvizitimde de aynısı yazar. Şimdiye değin yaptıklarıma ve şu anda yaptığım işlere, yeteneklerime uyuyor mu onu bilmiyorum ama bana uyuyor fikren. Siz bana grafik tasarımcı da diyebilirsiniz şimdilik. Yazar derseniz, onu da kabul ederim. Ha, bir ünvanım da Spoon Specialist. Şimdiden karıştırmış olabilirim hadiseyi, hadi hayırlısı bakalım.

Buraya ne yazacağımı, nasıl yazacağımı aslında, diğer yazıları okuyarak öğrendim. Kaynağım İnsan sitesinin kurucusu ve benden bu yazıyı isteyeni sevgili İpek Aral Kişioğlu, serbest bırakıyor anlaşılan diye düşündüm önce, ve sordum da zaten sonra, öyleymiş. Bana kızmayın, ona kızın. Yaptığını beğendik deyin ya da, bana değil ama ona.

Neredeyse hayatımı yazacak olmam midemi ekşitmedi değil en başta. Sonra ekşimeyeceğini de garanti edemem elbette ama bir söz vermiştim. İpek Hanım’ın ricası üzerine yazıyı yazarım dememle şimdi yazıyor olmam arasında çok şey değişti inanın. O kararımı etkileyen şeylerden bahsediyorum. Üstelik altı yoğun, üstü yumuşak bahanelerimle birkaç kez ertelemek durumunda kaldığım, sonra da uzattıkça uzatıp yerine getirmekte zorlandığım bir yazı sözüydü bu.

Hiç sorun haline getirmem halbuki yazı yazmayı kendime. Bazı kelimelere karşı zaafım vardır hatta, yerli yersiz kullanıp dururum bazılarını, kelimeleri kelimelere vurmasını, kelimelerden daha önce okumadığım anlamlar devşirmesini, kimi zaman deforme etmesini ve başka kelimeler üretmesini, tüm bunları eğlenceli buluyorum ve seviyorum galiba. Yazarım, okurum, üstünden geçerim, yazı ben bitti deyince bitmiş olur; yazı bitebilir ama son okumalar bitmez bazen, vedalaşmam zaman alır.

Neyse, zamanı gelmiş olsun artık işte. O yazı, bu yazı. Haniyse konuşmayı gereksiz yere uzatıp kaçınılmaz sonu ertelemeye çalışan çocuklar gibi hissettiğimi söyleyebilirim şu anda. Bir yandan da yazıyorum utanmadan. Başlamaya çalışıyorum. Tamam, başlıyorum.

Yine de siz başlıyorum dediğime bakmayın isterseniz. “Başladığı anda biten bir yazı” aslında bu. İpucu: Bu girizgâhı saymazsanız, değişik bir kurgu denemiş bile sayabilirim kendimi hatta.

Yazı yazmasını seviyorum.

Yukarıdaki cümleyi “yazı yazmayı seviyorum” şeklinde kursaydım, okumayı da sevdiğim anlaşılmayabilirdi. Yine de anlaşılmamıştır, o öyle anlatılmaz zaten, ama olsun. Yazı yazma eylemini seviyorum demek istedim özünde. Yazarken detayları ve anlam derinliklerini önemsemeyi, bazen yazdığım tek bir kelimenin bile farklı okuma zamanlarında farklı anlamlar çağırmasını, çok boyutlu yazmayı ve bunu marifet saymayı kendim seçtim, okuyanlardan çoğuna yaranamayacağımı bile bile. Yazdıkları düz okunan, düz yazı yazan biri olmayı seçseydim yapardım zaten bunu. Çok yaptım. Yine yaparım.

Bu biraz detaycılık ve hayli gevezelikle birleşince, ortaya gereksiz uzunlukta metinler çıkabiliyor. Oysa ben oldukça kısa yazılar da yazabildiğimi sanıyorum mesela, beş on satırı geçmeyen. Yazmayı seviyorum belki, evet ama o kadar da uzun yazılmaz ki! Bunun neden olduğunu da biliyorum ama. Dur diyenim yok çünkü. Hiç olmadı şimdiye değin! Yazı formasyonu almadım. Yazı yazmayı meslek gibi görmeme neden olacak bir fırsat da geçmedi elime; biri Almanca’ya çevrilmiş, çoğunun telifleri hibe edilmiş birkaç dergi yazısını saymazsam.

Bir gazetede yazsaydım örneğin, şu kadar karakteri geçmesin diyen biri olurdu; bir üslup dayatan. Kitabımı bastırmayı kabul ettirebilseydim öncelikle, başvurduğum yayınevlerinden birinde, “Sen al bunu, biraz zayıflat da getir…” diyebilecek bir editör kişisiyle tanışabilirdim. Belki bir yayın yönetmeniyle. Bence bu, çok öncesinden defterler eskitmeyle başlamış olsa da yazın hayatı, onları yayımlayabildiği tek ortam olabilen internetin şımarttığı bir insanlık halidir. Bir internet sayfası, sen ne kadar istersen o kadar uzayabiliyor çünkü.

Uzayabiliyor, evet.

Uzayabiliyor.

Okumaya meraklı değilseniz, şu bağlantıdaki yazım canınızı daha da sıkabilir: Exlibrary tarihçesi. Yazdıklarımı yayma hayatımın bir özeti gibidir.

* * *

Madem ki bir “İnsan Kaynakları” blogunda yazı sunacağım, konu üzre veya konuyu teğet geçecek olsam da şahsen ilgi kurduğum bazı fikirlerimi de belirtmeliyim diye düşünüyorum.

– Başarı benim için kalitatif bir kavram değil en başta, sonuna kadar sürmesi beklenen bir süreçtir. Makineyle daha hızlı sayılabilen başarı ölçütleri dünyasında yaşıyor olsak da, o ölçütlerin peşinde koşan insanlardan olmamakla övünürüm; dileyen buna züğürt tesellisi diyebilir. Ben öyle demem.

– Kısa ve uzun vadeli hedefleri olmalı insanın. Ancak o hedeflere ulaşmasını başarıdan değil, vaka-i adiyeden saymalı insan. İş hayatı, insanın kendi hayatından bağımsız, başka bir dünya değil. Yol aynı, sürekli gidilen bir yol. Yolun sonu belli. Aradaki durakları sadece mola bellemeli.

– Edwin Percy Whipple isimli bir Amerikalı demiş ki, “İş hayatında hak ettiğinizi değil, pazarlık ettiğinizi alırsınız.” Yani, kendinizi satmanız gerekiyor çoğu durumda. Satmaktan kastım, ruhu şeytana teslim etmek değil. Pazarlamak. Bunlar farklı şeyler. Kendinize daha fazla fayda sağlayabileceğiniz pozisyonlara sokmak kendinizi, her anlamıyla. Ancak bunun abartısı, azlığından daha büyük işler de açabilir insanın başına; insanın insanlık halinin başına.

– Kimse zamanını boşa harcamamalı. Kimse kimsenin zamanını boşa harcamamalı. Optimum fayda dengesini gözettiği ve bunu sürdürdüğü ölçüde, işinde başka şeyi dert etmesi gerekmeyebilir insanın. Bu bence ilk iş gününün istim üstündeliğini korumaya bağlıdır. O heyecan eksildiği anda çalışan için de çalıştıran için de eksiye yazan günler başlamış oluyor. Eğer o optimum faydanın sürmesi isteniyorsa, her iki tarafın da üstüne düşenler var. Bunların olmadığı iş ortamlarında huzursuzluklar başlıyor, bittiğinin idraki halinde ise anlaşma sona eriyor. Biz buna işten ayrılmak veya kovulmak diyoruz.

– Hayatı iş hayatı ve özel hayat diye ikiye ayırmak ne derece doğru? Hayat rutinlerimizden bahsetmiyorum. Sürekli rol yapmaktan, maske takmaktan haz duyan birileri var mı aranızda? Yorgunlukların, bıkkınlıkların, kırgınlıkların, bunalımların, ezcümle mutsuzlukların birazı da bundan kaynaklanıyor olabilir mi acaba? Olduğu gibi olmamaktan, olamamaktan, sürekli başka biri olmaya çabalamaktan, samimiyetsizlikten, her duruma karşı farklı samimiyet katmanları arasında gidip gelmekten –tüm sosyal hayatınız boyunca, aslında tüm hayatınız boyunca– kaynaklanıyor olabilir mi hayatınızdaki bazı olumsuzluklar? İnsanın kendisiyle başbaşa kaldığı anlarda kendisine karşı bile dürüst olmasını zorlaştıran, engelleyen bir faktör olduğunu düşünüyorum ben bunun. İnsanın kendi kendine yalan söylemesinin, kendine yabancılaşmasının asıl nedeni samimiyetsizlik olabilir mi acaba? Ya sevgisizlik?

İnsanın her ilişkisinde farklı rollere soyunması zor iştir, yapanlara imrendiğimi söyleyemem, hatta garipserim, yabancılarım tüm bu nedenlerle. “Olduğu gibi olmak” klişe bir deyim gibi gelebilir ama bu insanın önce kendi hayatını kolaylaştırır, sonra çevresindekilerin hayatını.

– İnanmak, tahmin etmek, sanmak, zannetmek. Tüm bunlar bilmenin zıtlarıdır. Öğrenmekse sadece başlangıcı. Öğrenmenin bile bilmek demek olmadığını öğrenmek için otuzlu yaşlarımın sonlarını görmem gerekti. Yaşamınızı size verdikleriyle değil, sizin ona verdiklerinizle değerlendirdiğiniz zaman bambaşka bakmaya başlayabiliyorsunuz dünyaya, dünya üzerindekilere ve yaşanan tüm hadiselere. Hayatın büyük sorunlarını küçültme uğraşına ara, hatta belki bir son verip küçük keyifleri büyütmeye başlamaktan geçen bir yol olduğunu düşünüyorum ben bunun. Mutluluğu ve kendi gerçeğini arama uğraşıyla bir ömür geçmez. O oradadır zaten.

Bu gibi konulara doğrudan veya dolaylı olarak değinen pek çok yazı yazdım daha önce. Benden asıl talep edilen şeye, hayatımın iş ve kariyer bağlamındaki kronolojisine başlamalıyım artık sanırım. Arada atlanmaması gerektiğini düşündüğüm önemli noktalar da olacak. Şu sözle bitireyim bu faslı da:

Gerçek, gerçeğin her an değiştiğidir.

* * *

Bugünlere gelmemde, bugünkü bana ulaşmamda payı çok büyük olan eşim Nimet’e, çocuklarıma, babamın yokluğunda babamı aratmayan anneanneme ve ağabey yoksunluğumda ağabeyimi aratmayan Hüseyin Karayel’e, nam-ı esas Sinan dayıma çok şeyler borçluyum. Ve arkadaşlarıma… İyi ve ancak yine iyi diye anabileceğim tüm arkadaşlarıma, iş arkadaşlarıma, mahalle arkadaşlarıma, okul arkadaşlarıma, başka dostlarıma, tüm sevgililerime, ilk sevgilim Gülseren Esin’e. Onlara çok şey borçludur bu kişi. Bundan beş yıl öncesinin Ali Riza Esin kişisiyle şimdiki kişi geceyle gündüz kadar farklı, bunda herkesin payı büyük. Bundan böyle ne kadar fark eder bilmiyorum ama yarınki varlığımın da bugünkünden farklı olacağını biliyorum.

Yıl 2010. 2009’un sonlarından bu yana Genna MCG’de grafikerlik yapıyorum. Oradaki diğer işlerimin yanısıra Gennaration gazetesini çıkaran ekibe dahilim. Web sitesini WordPress’ten devşirerek yaptık, halen yönetmeye çalışıyorum. İlginç gelebilir, Genna’daki işimi şu ilanla buldum: http://ff.im/ckZCC

2009’un başlarından sonuna değin, Freelancer bazında çalışmaya devam ettim ev ofisimden. 2008 yılı sonunda iPhone odaklı yayım yapan iFonfan‘ı kurdum ve bundan altı ay öncesine değin yoğun olarak o kapsamda içerik ürettim.

2006 – 2008 yılları arasında Global Gıda ünvanlı bir şirkette çalıştım. Çoğu Anadolu’nun farklı illerindeki AVM’lerde faaliyetlerini sürdüren perakende gıda markalarının yaratım süreçlerine katıldım, kurumsal kimliklerini oluşturdum, iç mekan tasarımlarına müdahalelerim oldu, tüm tanıtım ve operasyonel materyallerini ben hazırladım, grafik tasarımlarını ve medya planlamalarını yaptım.

2001 yılının hemen başında kendi kurduğum bir şirketle “yeni medya” işlerine başladım. Yaptığım iş ağırlıklı olarak web sitesi tasarımları ve yönetimleriydi. 2003 yılında kendi kapattığım şirketten kalan işlerimi Freelancer bazında sürdürdüm. Aralıklarla beş yıl kadar devam eden süreç dahilinde Antalya’da kendine reklam ajansı diyen ve İstanbul’da kendini reklam ajansı zanneden grafik tasarım ofislerinde kısa sürelerle çalışarak masaüstü ve klasik mecra diye de adlandırılan, çoğunlukla çizgi altı diye nitelendirilen işleri öğrendim ve elbette hayatımı o işleri yaparak kazandım bir yandan; iyi veya kötü. Web sitesi ve hareketli grafik tasarımları, fotoğraf ve video prodüksiyonları, fotoğraf manipülasyonları, ses ve video montajıyla ilgili temel ve yardımcı unsurların kullanımıyla ilgili çok daha önceki bilgi ve tecrübelerimle birleştirme fırsatı buldum klasik mecra formlarını. Tüm bunları kullanarak işler ürettim.

Bankacılığı bıraktığımda başka bir bankaya girip çalışmayı “attan inip eşeğe” binmek şeklinde nitelendirmiştim ve başka ne yapacağımı hesaplamamış olmama rağmen hiçbir bankaya iş başvurusunda bulunmadım. En başından itibaren bankacı gibi hissetmemiştim zaten kendimi. İşe ilk başladığımda “bankacılıkta yaratıcılığa yer olmadığı” tembihlenmişti bana. Tembihleyen kişi her meslekte yaratıcılığın var olabileceğini benimle keşfetti. Koçbank’taki iş hayatım boyunca mesleki eğitimlerin yanısıra, motivasyon, liderlik, kalite yönetimi ve planlama ana başlıkları altında pek çok eğitim aldım, bunlardan daha sonraki iş hayatım boyunca çokça faydalandım, halen faydalanırım. Genel Müdürün “Müşteri Hizmetlerinde Mükemmellik” ödüllerinden birini de ben sahiplenerek tüm bunların gereğini yerine getirmiş sayarım kendimi.

Koçbank’tan 2000 yılının Haziran ayında kendi isteğim ve talebimle ayrıldım. Bankacılığı bıraktığımda ne iş yapacağımı bilmiyordum.

Daha önceki ismi American Express olan bankada, Koç-Amerikan Bank’ta, sonraki ismiyle Koçbank’ta sırasıyla Dış İşlemler Departmanı, İthalat Bölümü, İthalat-İhracat Bölümü, Antalya Şubesi, Manavgat Şubesi, Konya Şubesi, yine Antalya Şubesi, Antalya Muratpaşa Şubesi, Afyon Şubesi lokasyonlarında çalıştım. Havalı ismiyle “Clerk” ünvanıyla başladığım bankacılık hayatım, –Türkçe devam edeyim– şef yardımcılığı, şeflik, departman müdürlüğü gibi ünvanlarla devam etti. Bankacılık hayatım en son ünvanım olan “Operasyon Bölüm Yöneticisi”, yani müdür yarılığıyla, on üç yıl sonra sona erdi.

1996 yılının sonlarında internetle tanıştım. 2000 yılının ortalarında Exlibrary‘yi kurdum. İlk kitabım zaten internete yayılmıştı, ilk elden onu ve yeni yazılarımı yayımlamaya başladım.

İkinci oğlum Ege dünyaya geldi. Onun yolculuğunun, ona yolculuğumuzun Konya’da başladığını biliyoruz ama kendisi Antalya doğumludur. Apple bilgisayarlarla tanışmamın nedeni oğlum Ege’dir. D8 formatlı kasetlere çektiğim video görüntülerini bilgisayara yine dijital formatta aktarma ihtiyacım sayesinde tanıştım iMac DV’m ile. O bilgisayar daha sonra üzerinde web siteleri tasarlamaya başlayacağım, çizgi altı işleri bağlayacağım ekmek teknem haline gelecekti; Ege de, çoğu zaman evde çalıştığımdan bilgisayar masamın altındaki dizüstü aksesuarım. Sürekli babasının kucağında oturarak almıştır ilk bilgisayar eğitimini, altı yaşından beri ister PC ister Mac, tüm makineleri benim diyen insandan iyi kullanır. Üzerinde anlamlı kelimeler bulunan ilk belgesini dört yaşında kaydetmiştir.

Sanki beni tarif eden bir İngilizce ilana gönderdiğim özgeçmişle 1988 yılında bir iş başvurusunda bulundum. Nereye başvurduğumu bilmiyordum çünkü tarif edilen iş haricinde bir bilgi yoktu ilanda. Bir bankaya başvurduğumu sonradan öğrendim. Koç-Amerikan Bank, Dış İşlemler Departmanı’na kabul edildiğimi, “Koçbank’ın son genel müdürü”, o zamanın Asst. General Manager, Administration&Treasury ünvanlı kişisi Engin Akçakoca’nın, konuşmamızı takip eden ilk pazartesi günü “işe tişört ve espadrille gelme e mi..” demesiyle anladım. Doğru anladığımı ilk gün masama yığdıkları otuzu aşkın merkez bankası kapama ve teminat iadesi dosyasıyla boğuşmaya başladığımda öğrendim. Ünlü 32 sayılı kararla liberalleşen ülkem ekonomisine yön veren ve Özal dönemi diye anılan dönem boyunca, Türkiye’den yurt dışına açılmış Akreditif ve döviz cinsinden teminat mektuplarının bir kısmından da ben sorumlu oldum. Verilen bazı kredilerden, yurt dışı edilen efektiflerden, işe alınan bazı personelden, başka işe gönderilen başkalarından, genişçe bir bölgede boşalan tüm ATM’lerden, onlara ve bankaya depolanan paralardan, buraya sığdıramayacağım başka başka işlerden oluşan sorumluluklar aldım.

1988 yılında evlendim. 1989 yılında ilk oğlumuz Efe doğdu. Efe doğduğunda İstanbul’da, Küçüklanga Caddesinde oturuyorduk. Çocukluğumun geçtiği semtlerden biriydi orası, daha sonra Kurtuluş’a ve oradan da Antalya’ya taşındık. Sonraki işim nedeniyle ev ve şehir değiştirip durduk. Genç evli bir çift olmamız nedeniyle, çocuğumuzla birlikte büyüdük neredeyse. Bugünkü aklım olsa, daha büyükken çocuk sahibi olup çocuğumla çocuk olabilmeyi, daha küçükken çocuk sahibi olup çocuğumla büyümeye tercih ederdim doğrusu. Öte yandan, göreceli olarak genç denebilecek bir yaşta bugün küçüğü 12, büyüğü 21 yaşında aslanlar gibi iki çocuk babası olmanın keyfini ve gururunu ise hiçbir mutluluğa değişemeyeceğimi de biliyorum.

1987 yılında Durusel isimli bir halı toptancısında tezgâhtar olarak çalıştım. Kartvizitimdeki ünvanım ‘Asst. Sales Manager’dı ama tezgâhtardım sonuçta. Diğer halı satıcılarından farkımız, bizim halıları en az ellilik, yüzlük parçalar halinde satıyor olmamızdı. Yurt dışına, dünyanın dört bir yanındaki halı mağazalarına ve yabancı halı toptancılarına gönderiliyordu, Türkiye’nin dört bir yanında ilmek ilmek elle dokunmuş kimi yün, kimi pamuk ve yün, kimi ipek halılar; desen desen, kalite kalite. Muhasebe bölümü için işe alınmıştım oysa, üç ay kadar çalışıp mürekkepli kalemlerle yazılan üç ‘defter-i kebir’ kapatmıştım. “Sen güzel iş bağlıyorsun, İngilizcen de var hem, gel seni satışa alalım dediklerinde” hemen atladım, çünkü muhasebecilik bana sıkıcı gelmişti.

Askerliğimi Antalya Karpuzkaldıran’da DJ olarak yaptım. Aslında DJ olarak katıldığım kampta daha çok Tonmeister’lık ve ilgisiz bazı başka görevler yaparak tamamladım askerliğimi.

Hanutçu ve halı satıcısı olarak Nuruosmaniye’de ve Kapalıçarşı’da, daha önce çıraklık yaptığım halı mağazasında çalışmaya çalıştım. O mağazada İngilizce satış yapılabilir müşterilere satış yapma şansı en düşük olan bendim. Benden eski ve başka dillere de hakim tezgâhtarlar vardı çünkü. Kendi müşterimi kendim bulup, kendi satışımı kendim yapmaya başladım. Turistik ürün mağazaları buna dünden razılardı ve hem hanutumu, hem de satışlardan yüzdemi alıyordum. Yine de zaman geçtikçe bu durum beni içten içe rahatsız etmeye başlamıştı. İş başvurularında bulundum. Yaptığım işin moral motivasyonunun sıfırın altında olması yetmiyormuş gibi, maddi motivasyonu da azalmaya başlamıştı. İngilizce konuşan turist insanı, İstanbul’dan elini eteğini çekmişti resmen. Daha çok para kazanmış olsaydım, o günlerde yeni evli ve paraya ihtiyaç duyan birisi olarak işin ahlâki boyutunu ne kadar önemserdim, bilmiyorum. Önemsemezdim galiba.

Üniversiteden ayrılır ayrılmaz yine bir İngilizce kursuna yazıldım. Kararlıydım; bu kez okula gider gibi her gün devam edecek, sonunda hangi diplomayı alabiliyorsam onu alana değin bırakmayacaktım. English Universal isminde bir kursa kurs kapanana değin devam ettim. English Fast benim sayemde kurtuldu.

Arkadaşım Koray’la birlikte Staras’ta çalışmaya başladım. Daha önce sıkı DJ’lerin aynı stüdyoda ‘Revox’ makaralarla kaydederek hazırladıkları miksleri ‘Akai GX-F 71’lerle kasetlere çoğaltıyorduk. Zorumuz oydu ki, Vakkorama’da satılan kasetlerin kayıt ve müzik kalitesi Unkapanı’nda satılanlardan farklı olmalıydı. Unkapanı daha DJ kasetleri yapmaya başlamamıştı zaten. Satışa sunduğumuz kendi mikslerimiz de vardı. Nakamichi’ler yoktu stüdyoda… Hi-end ‘B&W’ gibi markalar yerine PA ‘JBL’ler, H&H’ler kullanılıyordu doğal olarak. Ama olsundu. Müzik ve Hi-Fi meraklısı iki gençtik ve darı ambarındaki tavuklar gibiydik. Pitch kontrollü pikaplar, mikserler, arşivdeki tüm o plaklar, sahip olma hayali kurduğumuz müzik aletleri, hoparlörler, hepsini kullandığın bir iş yapıyor olmak… Bazen büyük otellerdeki, bazen köşk bahçelerindeki önemli toplantılara müzik ‘setup’ları hazırlar, DJ‘lik, DJ çömezliği yapmaya giderdik; Sezen Aksu’nun Lale Devri şarkısındaki ortamları hareketlendirenlerden, –o ortamlara para karşılığı hizmet edenlerden daha doğrusu– biri ikisi de bizlerdik. Okuyanı ilgilendirmediği halde marka ve model isimleri belirterek yazmış olmamı bağışlayın, o isim ve numaralar ve daha pek çok başkası, hayatımdaki ağırlıklı bir döneme işaret eder.

1983-84 döneminde üniversite öğrencisiydim. İkinci sene kaydımı sildirerek ayrıldım üniversiteden. Üniversiteden ayrılmaya karar vermemi kolaylaştıran bir bahane yapmıştım kendime. Doğru düzgün iş fırsatı diyebileceğiniz neredeyse her şirket, üniversite ismi belirterek arıyordu personelini ve o üniversite isimlerinin arasında ne Marmara Üniversitesi ne de İstanbul Üniversitesi yoktu o günlerde. “Mezunlarını özellikle istedikleri üniversitelerden birinde okumuyorsam niye okuyorum” gibi hatalı bir fikre kapılmış, yanlış bir düşünceye saplanmıştım ve beni caydıracak kimsem de yoktu yanımda yöremde. Üniversite eşittir mezun olunduğunda diplomasıyla iş bulabildiğin, doldurulması gereken bir çile, hayatında tamamlanması gereken bir eğitim öğretim faslının son perdesiydi kafamda çünkü. Aksini kanıtlayan bir aile büyüğüm de yoktu. İlkokulu ancak bitirmiş bir anne babanın en büyük çocuğuydum ben. Ben doğduktan kısa bir süre sonra vefat etmiş, baba tarafından dedemdi en tahsillimiz.

1980 yılında sınavlarına girerek Beyoğlu Ticaret Lisesi’nin Muhasebe bölümünü kazandım. Okulun başka bölümü de yoktu zaten. 1983 yılında mezun oldum. Mezuniyetime ilişkin belki ilginç gelebilecek iki ayrıntı vardır. Birincisi son sınıfta üç dersten bütünlemeye kalmış olmama rağmen aynı yıl, 1983’te üniversiteyi, Marmara İ.İ.B.F. İşletme Bölümü’nü kazanmış olmamdır. İkincisi ise yine son dönem son sınıf iyileri arasında gerçekleştirilen daktilo şampiyonasında birinci olmam; bunu daha sonra klavyeyle dost geçecek bir hayatın önemli bir başlangıç noktası sayarım.

1982 yılının yaz aylarında, İstiklâl Caddesi’nin Tünele yakın bir iş yerinde, bir gümrük komisyoncusunda işe başladım. “sigortalı” ilk işimdir. Gümrüklerde evrak takibi yapanların getir götür işlerini yaptım, Tünel – Karaköy arasında mekik dokuyorduk beni o işe aldıran okul arkadaşım İbrahim’le birlikte. Tüneli kullanmayıp Yüksek Kaldırım’dan yokuş aşağı koşturursak ödenen gidiş-dönüş masrafının yarısının cepte kalabildiğini öğrendim. Çıraklık zamanlarımdaki bahşişlerden sonra havadan(!) geldiğini sandığım ilk paralarım oldu onlar. Kazandığım parayı yeniden kazanmayı öğreniyordum.

Para kazanmak için çalışılıyordu demek ki. Ama halen ne olmak istediğim hakkında, para kazanmak için hangi mesleği seçeceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Çocukluğumda hayalini kurduğum pilotluktan ortaokuldaki bazı derslerimin not ortalamamı düşürmesi nedeniyle uzaklaşmıştım ya, artık ne olursa olurdu, önemi yoktu pek.

1977 yılında İstanbul Cerrahpaşa’daki Davutpaşa Lisesi’nin Ortaokul bölümüne yazıldım. O yıllarda İngilizce, Almanca ve Fransızca seçeneklerinden özellikle birine yığılma olduğundan yabancı dil tercih edemiyordunuz; annem beni yine de İngilizce’ye yıkabildi. Böylece o yabancı dili öğrenmem konusundaki aile zoru da başlamış oldu. Beni bununla ilgili sürekli destekleyeceklerdi ve ben faydasını çok daha sonra görecektim. Ergenliğim İngilizce kurslarının akşam kurlarında uyuyarak geçti. Uyandığımda ise kendimi Sultanahmet ve civarında pratik yaparken, Kapalıçarşı’da bir halıcıda çıraklık, daha sonra terfien tezgâhtarlık yaparken bulmuştum.

1972 yılında yazıldığım Hobyarlı Ahmet Paşa İlkokulu’nda başladım okul hayatıma. Tüm ilk sınıf şubeleri dolu olduğundan beni “Özel” sınıfa aldılar ilkin. O sınıfta zihinsel engelli arkadaşlarım oldu. Bazen bunun tesadüf olmadığını düşünürüm. İkinci hafta Trabzon’dan İstanbul’a tayini çıkan bir kadının, sevgili ilk öğretmenim Keriman Erten’in öğrencisiydim.

Kiracıydık. Bebekliğim Kasımpaşa’da, erken çocukluğum Balat’da, çocukluğum Küçüklanga ve Fındıkzade civarlarında geçti. Ergen çocukluğuma ilk adım attığım sıralarda bir yaz bir elektrikçide ve bir yaz da “bilumum oto tamiranesi”nde çıraktım. Ondan önceki yaz tatillerimde ise Cuma Pazarı‘nda sucu çocuk.

1966’nın 4 Ocak günü doğdum.

1965’in bahar ayları… Bir pıhtı tanesiydim.

Böyle biter her hikâye.

http://ali.riza.esin.net
http://www.exlibrary.com
http://www.ifonfan.com
http://www.behance.net/aesin
http://tr.linkedin.com/in/aesin
http://friendfeed.com/aesin
http://twitter.com/alirizaesin

Alev Durmuşoğlu

Ne zamandır “Alev Abla”?

Hayatım boyunca yolum bir şekilde kesişti annelerle ve bir gün bir de baktım ki, çevremdeki neredeyse herkesin, tüm yakın dostlarımın ortak bir özellikleri var: Anne olmaları!

Çevreniz annelerden oluşuyorsa, katıldığınız etkinliklerin büyük çoğunluğu da oyun grupları, doğumgünü ve hoşgeldin bebek partileri oluyor haliyle.

İşte ben bu etkinliklerde başladım ilk olarak bebek ve çocuklarla çalışmaya. Yani çok uzun zamandır zaten “Alev Abla” idim.

DogumFotosu Serüveni Nasıl Başladı?

Çok sevdiğim bir anne arkadaşımın, ikinci bebeğine hamile olduğunu öğrendiğimizde başladı serüvenim. İlk çocukların yakalayabildiğim dönemlerinden itibaren zaten fotoğraflarını çekmiştim. Sırada ikinciler vardı ve ben onları, anne karnında yakalamıştım. İşte şimdi sıra doğum fotoğrafları çekmeye gelmişti.

Aklıma ilk düştüğü an yaptığım şey, koşarak fotoğraf hocamın odasına gitmek oldu. Ona yapmak istediğim işi ve aklımdaki dogumfotosu.com alan adını söylediğim an gözlerinde o yüreklendirici  ifade olmasaydı, bu işi yapamazdım. Sonrasında destekleriyle ilerleyebildiğim sevgili hocam Doç. Dr. Melih Zafer Arıcan, DogumFotosu’nun en büyük destekçisi olarak hayatımda yer aldı hep.

İlk Doğum Fotoğrafı Çekimleri…

“İnternetçi” de olmamın verdiği avantajla kendime anne adayları aramaya başladım önce. Kurduğum ve binbir emekle yürüttüğüm www.aile.org un kullanıcıları arasından anne adayları ile buluşup, öncelikle onların doğumlarını görüntülemek istediğimi söyledim. Bir anda içinde muhtemel doğum zamanları ve hastane bilgileri olan bir dünya e-posta yağmaya başladı.

Normalde herhangi bir işe başlarken, benden önce bu konuda neler yapılmış diye araştırırdım. Doğum fotoğrafı konusunda ise, kendimi tamamen olayın doğallığına ve akışına bırakmaya karar vererek, bir kez olsun dünya üzerinde kimler bu konuda neler yapmışlar diye bakmadan ilk doğumumu bekledim. Beklerken de özel bir hastanenin ameliyathane ekibinden, ameliyathane ve doğumhanede nasıl davranmam gerektiği, sterilizasyon konularında bilgiler ve eğitimler aldım.

Kimseye duyurmadan, “Ben bir doğum fotoğrafçısıyım” demeden önce tam 82 doğum görüntüledim, üstelik çok kısa bir sürede. Bu işi gerçekten yapıp yapamayacağımı anlamam, yaptığım işten mutlu olup olmayacağımı görmem gerekiyordu. Ve elbette tek bir doğumla değil, elimde sağlam bir portfolyo ile insanların karşısına çıkmalıydım. Sabırlı olmalıydım.

Aile.org anneleri, kendi arkadaşlarım, arkadaşlarımın tanıdıkları derken, cep telefonum çalmaya ve hiç tanımadığım insanların “doğum fotoğrafı” talepleri ile karşılaşmaya başladım.

İlk Doğum!

İlk doğuma gideceğim günün bir gece öncesinde gözüme uyku girmedi. Daha önce defalarca internet üzerinden doğum videoları izlemiştim. Ancak canlı canlı bir doğumu seyretmek bende nasıl etki edecek bilemiyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpa çarpa gittim sabah hastaneye.

Dizlerim titreyerek girdiğim ameliyathaneden, dünyalar güzeli bir bebekle, gözlerim dolu dolu ve “başardım” diyerek çıktım.

Bu hislerin ilk doğumlara özgü olduğunu sanıyordum ancak aradan seneler geçmesine ve 700 den fazla doğum görüntülemiş olmama rağmen, halen ilk gün olduğu gibi doğumlara heyecanla gidiyor ve gözlerim dolu dolu çıkıyorum her doğumdan.

Her Şey Çok Kolay Olmadı!

Bugün olduğu gibi yaygın ve bilindik bir meslek değildi o zamanlar doğum fotoğrafçılığı. Bugün bile yeterince bilinmiyor belki de. İşte bu yüzden, doktorların ve diğer ameliyathane ekibinin bana güvenmesi gerekiyordu. Bunun zaman alacağını bilerek, ameliyathane ve doğumhanede varlığımı bile hissettirmeden çalışma yöntemleri geliştirdim kendime. Bu yöntemlerimin işe yaradığını, sonradan doğum fotoğraflarını çektiğim ailelerden de “orada olduğunuzu bile hissetmedik, bu kareleri hangi arada çektiniz” şeklinde yorumlarla anladım. Zamanla ameliyathane ve doğumhane ekipleri de, benim de çalışma alanımın onlarınki ile aynı olduğunu ve onlara rahatsızlık vermeden çalışabildiğimi gördüler ve bana güvendiler.

Ama iş sadece ekiple bitmiyordu. Aile tarafından da kırılması gereken önyargılar vardı. Babalar ve dedeler (yani ailenin erkekleri:) ilk duyduklarında çok tepkili davranıyorlardı doğum fotoğrafı fikrine karşı.

Makinemi elimden almaya çalışan dededen tutun, doğuma kendi makinesi ile girip, “Ben de çekeceğim ve sizinkilerden farklı olmayacak” diye iddialaşan babaya kadar, pek çok önyargılı aile ile tanıştım. Neyse ki bu aileler sonradan yakın arkadaşlarım oldular.

Her Gün Yeni Bir Şey Öğrenerek…

Mesleğimle ilgili hiçbir zaman “oldum” diyemedim kendime. Her çektiğim karede, şu da olsaydı, bu olmasaydı, bunu da böyle yapsaydım diyerek kendimi eleştirdim durdum. Her doğumda yeni bir şey öğrenerek ve keşfederek, adım adım ilerlemeye devam ediyorum.

Evet, fotoğraf çekmek insanların büyük çoğunluğunun hobisi, ancak benim mesleğim. “Hobi” olarak fotoğraf çekmeyeli, belki de seneler oldu ve bundan hiçbir zaman da rahatsızlık duymadım. Kendimi başka başka alanlarda (mesela ilk paragraflarda sözünü ettiğim “internetçilik” mevzusunda) eğlendirerek, eğlendiğim her şeyi mesleğime entegre etmeye çalıştım. Çocuklar için, çocuklarla birlikte bir şeyler yapmak beni besledi.

Ailelerin bebeklerini beklediklerini öğrendikleri andan, çocuklarının ergenlik dönemi sonuna kadar yararlanacakları Aile.org; çocuk tacizine karşı Doç. Dr. Ayten Erdoğan ile açtığımız ve ilerleyen dönemlerde daha etkin projelerini hayata geçirmeyi planladığımız BeniKoruyun.com, beni besleyen, eğlendiren, yenileyen, tazeleyen, çocuklarla fotoğraf turları düzenlediğim ve onların dünyaya başka bir gözle baktıklarına şahit olduğum FoturFotur.com, başlıca hobilerim arasında diyebilirim. Fotoğrafçılığın dışında, pardon Doğum Fotoğrafçılığının dışında, canla başla internetçilik de yapmak hayatımı güzelleştirdi.

Demişti, dersiniz!

Hedeflerim var. Öncelikli hedefim yukarıda da bahsettiğim gibi, her gün yeni bir şey öğrenerek mesleğime devam etmek. Şimdilik ameliyathane ve doğumhanelerde çok mutluyum ancak ilerleyen dönemlerde, içinde bir bebek/çocuk için her şeyin ama her şeyin düşünüldüğü, sıkılmadan saatlerini geçirebileceği harika bir fotoğraf stüdyosu.

Ve bir başka hedefim ise BeniKoruyun.com ile ilgili. Türkiye’nin her noktasına uzanabilecek, çocukların güvenle sığınabileceği platformların yaratılmasına katkıda bulunmak ya da ön ayak olmak.

Son Olarak…

Sevgili İpek Aral Kişioğlu, kendini, hedeflerini anlatan bir yazı yazar mısın dediğinde, “seve seve” diyerek söz vermiştim. Aradan 1 ay geçmiş ve ben ancak oturdum yazabiliyorum. Yazdıklarımdan memnun muyum? Pek sayılmaz. Daha çok ve daha güzel anlatmak isterdim, ancak kelimelerim yetersiz kalıyor.

Hani insanın hayatını değiştiren şeyler vardır ya.

Mesleğim benim hayatımı değiştirdi, güzelleştirdi. Bebeklerimin varlığı, ilk nefeslerine tanıklık etmek, büyüdüklerini görmek hayatımın en büyük kazançlarından biri.

Kendimi çok şanslı hissediyorum. Umarım hayatımın sonuna kadar hep yaşarım bu mucizeyi.

Alev Durmuşoğlu
Doğum Fotoğrafçısı

www.dogumfotosu.com
www.aile.org
www.alevdurmusoglu.com
www.benikoruyun.com
www.foturfotur.com

Özlem Ceylan

“Mimarlık mekanı düşüncede yaratmaktır”

Louıs Kahn

* Neden mimar oldum ?

Aslında her şey çok okunan bir evde gözümü açmamla başladı ve bu ortamda 5. yaşıma kitap okuyarak girmem de kaçınılmaz bir sonuçtu. Öğrenim hayatım boyunca üç şey vardı yanımda; okumak, “neden” sorusuna cevap aramak ve müzik aşkı. Liseye kadar derecelerle dolu başarılı eğitim hayatım, ironik bir şekilde ayağıma takıldı ve müzisyen olma hayalime engel oldu. Neden mimar olduğum kadar net bildiğim bir şey varsa; o da mimar olmasaydım müzisyen olacağımdı.

En çok da yaratıcılığı desteklediği ve insanı özgür kıldığına inandığım için mimar olmaya karar vermiştim.

İ.T.Ü Mimarlık Fakültesini seçmemin en önemli üç nedeni;

*Mimarlığın yaratıcı bir meslek olması,

*İstanbul’un aşık olduğum şehir olması,

*İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Mimarlık eğitimini en iyi veren okul olduğuna olan inancımdı.

Taşkışla’nın en iyi mimarlık hocalarını barındırmakla kalmadığını, binanın havasını solumanın bile ayrı bir kültür olduğunu ise daha sonra fark edecektim. Mimarlık eğitiminin insanın gecesini gündüzüne kattığını da 🙂

* Mimar ne yapar, ben ne yaptım ?

Mimar, insanlara ihtiyaç duyduğu mekanları tasarlar, yaratır. Bu mekan bir okul, ev ya da banyo olabilir. Bana göre önemli olan insanın konforuna ve ihtiyaçlarına cevap veren, sağlam, fonksiyonel, güzel yapılar tasarlamak. Mimar yaptığı binanın sokağa düşen gölgesini bile kurgulamak durumundadır. Çünkü attığı her çizgi direkt olarak insanı etkiler. Ancak mimarın işi sadece proje-tasarımla sınırlı değildir. Tasarlanan her binanın bir de uygulama aşaması var. Uygulama yapılırken çözülmesi, değişmesi, olgunlaşması gereken birçok detay çıkar.

Tasarımı seçen mimar, zamanının çoğunu ofiste geçirir ancak üretim alanındakiler şantiye, fabrika ve atölyelerde çalışır.

İşte tam da “bir ofiste kapalı kalma” fikri bana çok uzak olduğundan, işin uygulama kısmı her zaman daha cazip geldi. Ben de kariyerimi bu çizgide planladım. Benim için iki hedef vardı; şantiyede çalışmak ve restorasyon yapmak.

Türkiye’nin ilk modern otobüs terminali sayabileceğimiz,  Antalya Otobüs Terminali Şantiyesi benim ilk işim ve ikinci okulum oldu. Şantiye yolculuğum Cam Piramit Sabancı Fuar ve Kongre Merkezi ve Dönerciler Çarşısı projeleri ile devam etti. Sonrasında iki tane de otel inşaatında bulundum. Bu süreç; her mimarın en azından öğrenciliği sırasında bir süre şantiyelerde bulunması gerekliliğine ve mimarlık eğitiminin Kuramsal dersler – kurslar; Atölyeler ve Pratik ağırlıklı şantiye eğitimini içermesi gerektiğine inanmamı sağladı.
Şantiyeler devam ederken, şirketimizin mimari ofisine de destek verdim ve ödül alan bir kaç projede yardımcı mimarlık yaptım. Daha sonra kafamdaki ikinci hedefe doğru yola çıktım; ”Restorasyon”

Kültür Bakanlığı bünyesinde, 4 yıl boyunca Antalya’nın neredeyse tüm tarihi eser ve ören yerlerinin onarımında çalıştım. Myra Antik Tiyatrosu, St. Nikola Kilisesi, Selinus Kalesi, Alanya Kalesi, Alanya Kızılkule, Alanya Müzesi, Antalya Müzesi, Burdur Müzesi, Olimpos ve Phaselis Ören yerleri gibi pek çok yapının projelendirilmesi, inşaatı, koruma ve onarımında;(röleve ,restitüsyon, renovasyon ve restorasyon) birebir görev aldım. Antalya Müzesi’nde çok sevdiğim bir ekiple  “Antalya Kültür Envanteri”nin üç ciltlik kısmını hazırladık. Restorasyon beni mesleki açıdan en çok heyecanlandıran; doyuran ve içinde yer almaktan en çok mutlu olduğum alandır. Gittiğim, çalıştığım, duvarlarına dokunduğum mekanların binlerce yıldır nelere şahit olduklarını düşünürüm. Side Antik Tiyatro’da seyirci koltuğunda oturup sahnelenen gösteriyi hayal ederim. Eski bir Akseki evinde, dolap kapaklarını çizerken, içindeki çarşafların kokusu gelir burnuma. Ruhumu bu kadar doyurduğu için, en kısa zamanda eski eser onarımına geri dönmek niyetindeyim.

Otuzlu yaşlara girmek üzere ve “neredeyim”, “daha iyi ne yapabilirim” sancıları çekmeye başlamıştım. Tam o sırada gelen çok iyi bir teklifle; özel sektöre hızlı bir geri dönüş yaptım. Seramik sektörüne girdim ve showroom tasarımı yapmaya başladım. Hem seramiğin tüm teknik detaylarını öğrenmek, hem yeni yeni showroomlar yaratmak zorlu ama bir o kadar da zevkli bir süreçti. Antalya’da yaptığım bir mağaza, sektörün en büyüğü olan firmamda, Tükiye’nin en iyi showroomlarından biri oldu. Bu da benim için yeni bir doyum noktası idi. Başka  şeyler daha yapmalı diyerek; bir süre de satış departmanına teknik satış desteği verdim. Mimarlık hayatımda yapmaktan haz almadığım tek şey satışın içinde bulunmaktı ve buna da bir süre önce son verip, en iyi yaptığım işlerden birisi olan bayi showroom tasarımına geri döndüm. Yakın zaman hedefimse, şimdiki firmamda da “en iyi showroom” listesine girecek bir mağaza tasarlayıp, hayata geçirmek ve bu sektörde jübilemi yapmak.

Piyasanın içinde bu hızla koştururken, gündemden ve gelişmelerden de geri kalmamak için her ay aldığım mimarlık dergileri dışında, takip ettiğim yüzlerce mimari ve tasarım blogu var. Her gün yüzlerce haber ve güncellemeye göz atmadan uyumamaya çalışıyorum. Bunun yanında; reklam, pazarlama ve marka iletişimine olan ilgimi, bu sene takipçilik düzeyinden çıkarıp, eğitimle güçlendirmek adına, 15 yıl aradan sonra tekrar öğrenci oldum. “Açıköğretim Fakültesi Marka İletişimi Programı”na devam etmeye başladım.

Ayrıca benim de üç senedir sürekli güncellemeye çalıştığım biri “mimari”, biri de “tasarım, animasyon, müzik ve günlük yaşam” içerikli iki blogum var. Hem bilgisayar ve internet teknolojilerini daha yakın takip etmeme yardımcı olup, yeni ufuklar açan, hem bloglarımın fikir babası olan, hem de üç yıldır yanıbaşımda duran Volkan’ın da, en büyük şansım olduğunu belirtmek istedim.

Sıradaki ?

Meslek hayatımın ilk gününden beri büyük bir firmada çalışmak, sahaya çıkmak, üretimin içinde olmak fikrinde idim. Beni yerimde saydıran, mutsuz eden projelerin içinde olmayı elimden geldiğince reddettim. Yaptığım iş ne olursa olsun “mümkün olanın en iyisini” yapmaya önem verdim. Beni tatmin etmeyen bir işte, başkalarının ne dediğini önemsemeden, önce kendi kendimi eleştirdim. Gelecek planıma gelince…İçinde bulunduğum sektörde, şu an çok yaklaşmış olduğum halde yönetici, müdür olmak gibi bir hedefim yok. Kariyer planımdaki son nokta, Kaş’ta ya da İstanbul’da; olabilirse projesini, onarımını da benim yaptığım bir ofis- atölye açıp, ağırlıklı olarak restorasyon projeleri yapmak ve çoğunluğunu arkadaşlarımın oluşturduğu bir tasarım-sanat evi kurmak. Bu arada, aynı atölyede çocuklar için de eğlenceli workshoplar düzenleyip, onları ufacıkken mimari ve sanatın içine alabilmek.

* Ben olsaydım

Mimarlık eğitiminin çok zorlu bir süreç olduğunu unutmazdım. Bu süreci okuyarak, film izleyerek, müzik dinleyerek, yeni kültürlerle tanışarak, ufkumu olabildiğince açarak desteklerdim. Bakmasını bilmeyi ve bakılanı görmeyi öğrenirdim. Gidebildiğim kadar çok yere gider, Mardin ya da Barcelona, her neredeysem oranın en meşhur yemeğini tadar, kent müzesini ziyaret ederdim.

Ne kadar çok şey biriktirirsem o kadar üretici olacağıma inanır buna göre yaşardım.

Mimar olmanın en güzel yanı da, size çok alternatifli bir çalışma yelpazesi sunmasıdır. Bu yelpazenin neresinde olursanız olun, yaptığınızın en iyisini yapmanız ve ayrıcalığınızı en çok da entelektüel birikiminizle yaratmanız dileğiyle.

Özlem CEYLAN

Mimar

http://www.ozlemceylan.com/

http://ozlemceylan.blogspot.com/



Savaş Şakar

İnsanın kendini anlatması çok zor. Geçmişe bakıp yaşadıklarımı ve bunların bana kattıklarını derleyerek belki daha iyi ifade edebileceğimi düşünerek aşağıdaki yazıya başlıyorum;

6-7 yaşlarımda iken bir gün annem beni ütü yaparken yanına oturtup önüme bir mendil koyup önce nasıl ütüleyeceğimi gösterip sonra ütülememi istedi. Bunu yeme yapmak takip etti. Ocağa yağı koy, soğanları ince ince doğra ve pembeleşinceye kadar bekle…vs. Annem bir şekilde hayatta yalnız kalabileceğimi ve bu noktada başımın çaresine bakabilmem için gerekli olan tüm temel yetkinlikleri bana o dönemin amatörlüğü içinde öğretmişti. Fakat o öğrendiklerim bütün hayatımı olumlu etkiledi. Çamaşır yıkamak, ütü, yemek yapmak, çiçek dikmek, hayvan bakmak, dikiş dikmek vb. bir çok konuda beni hayata hazırlamıştı.

TV’de yazılar geçtiğinde hep anneme okuturken, aynı zamanda annem evde sürekli gazete ve kitap okurdu. Bu yüzden okumayı hep çok sevdim. İlk kitabım Bekir Yıldız’ın Kara Tren’i oldu, ilk müzik kasedim ise Edip Akbayram. İlkokul boyunca onlarca Teksas-Tommiks, Milliyet Çocuk Dergisi, Bilim-Teknik, Gırgır ve Can Yayınlarının tüm çocuk kitaplarını okudum. Hatta Resimli Bilgi ve Hayat Ansiklopedisini de en az ikişer kere okudum.

11 yaşımda babam öldüğünde evin erkeği olarak kaldığımda fatura ödemeleri, mektup gönderme vb. işler benim sorumluluğuma verildi ve boyum daha tezgahına bile yetişmezken evin dış dünyadaki işlerini yapmaya başladım. Biraz mecburiyet, biraz annemin cesaretlendirmesi bana çok şey öğretti.

Aynı yaşlarda Almancı komşumuzun oğlu olan yakın arkadaşıma Sinclair 32 Kb bilgisayar geldi. Neden bilmiyorum, o kadar sevdim ki annemin arkasına resim yapmam için biriktirdiği takvim kağıtlarından birinin arkasına klavye çizdim ve kendi kendine Basic programlama öğrendim. İlgimi gören annem emekli maaşından kısıp bana bir atari aldı ve onunla kendimi oldukça geliştirdim.

Ortaokulda elektroniğe ilgi duydum. 3 arkadaş çeşitli dergilerden bulduğumuz devreleri, direnç, transistör, led vb. alıp yapardık. Bilgisayar ve elektronik odaklanma ve konsantrasyon konusundaki gelişimime çok faydalı oldu.

Tüm orta ve lise eğitimimde basketbol oynadım. Takım oyunu, taktik geliştirme, kondisyon vb. bir çok konuda hem fiziksel hem de ruhsal gelişimime katkısı yüksek oldu.

Annemi de lise 2(yaş 17) kaybedince farklı bir sayfa açıldı, önümde. Para kazanmalıydım çünkü bana harçlık verecek hiç kimsem yoktu. Önce okuldaki resim çekip satmak, okul kolye, yüzük, tişört vb. yaptırma işlerini üstlendim ve harçlıkla elde edebileceğimden çok daha fazla para kazandım.

Üniversite’de iken bir arkadaşım büyük bir bankada sözleşmeli çalışacak birine ihtyiaç duyulduğunu söyledi. Hayatımda hiç iş görüşmesine gitmediğim için traş olmadan ve kot pantolonla gittim. Genel müdür yardımcısı hem medeni cesaretimi, hem de  “ben yaparım, deneyim” tavrımı beğendiği için işe alındım. Fakat çok az para verildiği için geceleri barmenliğe başladım. Ankara’nın en iyi barlarında şef barmenlik yaptım. Hem gündüz, hem de gece olmak üzere yani 16 saatlik bir tempo ile çalıştım. Gece hayatı sosyalliğimi ve iletişim becerimi katlayarak artırdı. Gündüz ise gerçek ve ciddi iş ortamındaki yaşananları izleyebiliyordum.

Askerlik vakti geldi, “uzun dönem” askerlik yapabilmek için torpil aradım. Herkes kısa dönem yapmaya çalışırken sen neden uzun dönem istiyorsun dediklerinde “Er yapamayacağımı” söylüyordum. Gerçekten de “er” yapmak benim için çok daha zor olurdu. Güneydoğu’da dağlarda timinizle beraber bir aile gibi yaşadığınızda paylaşmayı, liderliği, yoldaşlığı ve askeriyenin benim özellikle takdir ettiğim mantığını anlama şansım oldu. Askerliğin bana kattığı şeyler çok fazla oldu. Bu yüzden askerden kaçanların çok şey kaçırdıklarına inanıyorum.

Asker dönüşü bir arkadaşımla kendi işimizi kurma hayalimiz çok kısa sürünce 15 firmaya cv’mi gönderdim. Sanırım o yıllarda yoktu, ben cv’mi İngilizce olarak ve bir kapak yazısı ile o firmalardan bulduğum üst düzey yöneticilerin adına gönderdim. Aynı gün 10 firmadan arayıp beni görüşmeye çağırdılar.

Yaptığım görüşmelerde sırf mülakatta müdür olacak kişiyi çok beğendiğim için inşaat sektöründen bir firmaya geçtim.

Daha sonra İstanbul’da bir danışmanlık firmasına girdim. Bu firmaya alınma sebeplerimin başında aynı firmada benim mezun olduğum liseden mezun birinin çok başarılı olması idi.

Bu danışmanlık firmasından sonra bireysel olarak büyük bir internet firmasının danışmanlığını yaparken Amerika’da danışmanlık yaptığım konuda kendimi nasıl geliştirebileceğimin araştırmasını yaptım ve turist vizesi ile gittim ABD’de 2 büyük üniversitenin bir çok imkanından faydalandım. Sadece kendimi geliştirmek adına oradaki süremi en etkin bir şekilde kullanmaya çalıştım.

Türkiye’ye dönüp büyük bankalardan birinde internet uygulamaları geliştirme ekibinde yöneticilik yaptım. Çok çalıştım yani sabah 07:00 – 22:00 ve haftanın neredeyse 7 günü işyerinde geçirmeye başlamıştım. Vücudum bir noktada pes dedi ve MS hastası oldum. Verimli çalışmak çok önemli, çok çalışmak değil.

Sonrasında yine büyük bankalardan birisi beni elektronik ticaret yöneticiliği görevine çağırdı. Sonrasında da Türkiye’nin büyük holdinglerinden birinde Genel Müdürlük yaptım ve 20 yıllık iş hayatımı artık eğitim ve danışmanlık ile geçiriyorum. Bunun en büyük avantajı artık kafamda çok az tilkinin cirit atıyor olması, kendime, eşime ve kızıma daha fazla vakit ayırabilmem.

Savaş Şakar
Eğitmen – Danışman
savassakar.com
projeyonetimi.com

Ömer Ekinci

Tam 18 yaşımdaydım. 14 yaşımdan beri üzerinde çalıştığım, heyecanla ve keyifle gecelerimi sabahla bağladığım işin, yazılımcılığın kaynağında işe başlayacaktım.

“Junior of junior developer” gibi bir pozisyonda başladım 18 yaşımın ilk günlerinde dev bir yazılım şirketinde.  Elbette ünvanım bu değildi J Nasıl girebildim oraya bilmiyorum, aynı günlerde İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde 1. Sınıfa başladığım günlerde ne akla hizmet beni aldılar bilmiyorum.

Patronumdan önce geliyordum işe, sabahın 7’sinde ofisi açıyordum. Akşam 7, 8 olmadan da çıkmıyordum. Yazılımcıydım ama tasarımcıyı da boş buldukça taciz edip “bana şunu da öğret, bana bunu da öğret” diyordum. Sağ olsun bıkmadı, usanmadı öğretti bildiklerini. Buradan sevgiyle anıyorum Tolga Şeremet’i. Hatta kızıyordu bazen, “Ömer sen yazılımcı değil misin? Git yazılıma odaklan, ne işin var tasarımla” diye. Ama ne varsa öğrenmeliydim orada, sömürmeliydim. Öyle de yaptım.

Tasarımı öğrenmek bana pahalıya patladı sonra J Tasarımcı kız işten ayrılınca, “Ömer hani sen bir aralar öğreniyordun Flash animasyon yapmayı, gelsene azıcık” gibi bir cümle duydum ve kendimi tasarımcının bilgisayarında buldum. Onu da ben yapmaya başladım. İtiraf ediyorum “bunu ben niye yapıyorum!!” diye bol ünlemli, bol stresli cümleler kurmadım değil. Ama sonraki hayatımda hepsinin meyvelerini aldım.

2 sene dolu dolu çalıştım o şirkette. Öyle çok şey öğrendim, öyle çok beslendim ki, dünyanın en az maaşını alan adam rekorunu orada kırdığım halde hep minnetle andım o şirketi. Patronlarım belki rahatsız olurlar diye şirketin ismini vermeyeceğim ama hep aklımdalar, kalbimdeler.

Şirketi evim gibi benimsemiştim, bir ofisim vardı, bir masam vardı, dahili telefonum vardı ve birkaç ay sonra ilk kez çaldığında çocuklar gibi sevinmiştim –ki zaten çocuktum-. Toplantılarda gün geçtikçe daha çok söz almaya başlamıştım. Müşterilerden teşekkür hediyeleri gelmeye başlamıştı. Evet, ben bir profesyoneldim artık. 14-18 yaş aralığımdayken yaptığım işlerde ve hatta kendimi Bill Gates gibi hissettiğim günlerde aslında hiçbir şey bilmediğimi, o ilk iş deneyimimde öğrendim.

İlk kartvizitim çıkacak diye inanılmaz heyecanlandığımı hatırlıyorum ve bir de bir şirketin bir çalışanı olmanın, bir parçası olmanın ne kadar güzel bir duygu olduğunu.

O duyguyu en son o zaman yaşadım, sonrasında bir girişimcilik süreci Desnet’in kuruluş hikayesi, akabinde bir girişim daha, Vodera kuruldu, şimdi ise o profesyonel yaşamı özlüyorum. Çünkü girişimcilik profesyonellikten çok uzak bir yaklaşım biçimi bana göre. Profesyonel bir yönetici olarak bir şirkette çalışmak, o şirketin bileşenlerinden biri olmak, -öğle tatili ve mesai bitimi kavramlarına sahip olmak- kendini o şirkete sahip değil, ait hissetmek özel bir motivasyon olsa gerek.

Hedefim zaman içinde girişimlerimi profesyonel ellere bırakıp, yeni girişimler peşinde koşmak. Aynı zamanda da sosyal girişimciliğe yoğunlaşmak. Velhasılı, dünyada iz bırakmak . Malum, iş dünyasında başarıyla ya da profesyonel başarıyla dünyada iz bırakmak zor J

Bu hikaye pek çok dostumun, arkadaşımın bile bilmediği, benim 2 yıllık ve hayatımın kimseye anlatmadığım özel bir döneminin hikayesi. İlk kez anlattım, İpek Aral Kişioğlu’nun hatrı büyük ne de olsa.

İpek Aral Kişioğlu ile Geliştrend.com’u kurduğum sırada tanıştık ve benim hayatımda yine çok özel bir yere sahip olan Geliştrend’in ilk yazarlarından biri oldu, ucunu bucağını görmeden, nereye varır bilmeden bu yolculuğa benimle çıktı. Şimdilerde Geliştrend günde 1000’in üzerinde genç girişimciye bilgi kaynağı oluyorsa, bunda İpek Aral Kişioğlu’nun çok büyük emeği var. Kendisine bu vesileyle de teşekkür ediyorum.

Sevgi ve saygılarımla
S. Ömer Ekinci
Yönetici Ortak
Desnet Yazılım

Sevil Mert

Sevil Mert dediğin;

Pazarlamacıyım ben, herşeyi anlatabilirim. Sevgili İpek “kendini anlat, kendini, mesleğini, hedeflerini anlat” deyince birden tutuldum. Nereden başlayacağımı bulmaya çalıştım. En sonunda da yazmaya başlayayım, gerisi su gibi akar gider deyip klavyemin huzurlu tuşlarına bıraktım kendimi.

En baştan en sona kadar benim hikayem hep çalışma üzerine. Şansa, kadere inanmadan hep çalışmanın hedefe ulaşmak için tek yol olduğunu düşünürüm.

İlkokul, ortaokul, lisede hep “çalışkan” bir öğrenciydim. Hep 10 yıllık kalkınma planlarım vardı ve 30 yaşımı yeni doldurduğum bu günlerde küçük sapmalarla da olsa ulaştım hedeflerime.

Ortaokula giderken bu kalkınma planı çerçevesinde, bütün engelleme çabalarına rağmen işletme okumaya karar verdim ve bu planımı uyguladım. Üniversiteye geldiğimde ise işletme okumanın oldukça az zaman harcadığını farkederek ikinci senemde “çalışma” hayatına atıldım. Okulum bitene kadar Egebank ve TEB çağrı merkezlerinde 16:00-24:00, 24:00-08:00 vardiyalarında çalıştım. Okulum Avcılar’da, evim Mecidiyeköy’de, işim ise Fındıklı’daydı, sürekli biryere yetişmeye çalıştım. Okulum bittiğinde Avcılar’a bir daha adım atmayacağıma yemin etmiştim, hala diplomamın aslını almadım 🙂

Okulum biter bitmez Ziraat ve Halk Bankası’nın Alternatif Dağıtım Kanallarında (ADK) “çalışma“ya başladım. Çağrı merkezi-internet bankacılığı-atm ekipleri derken proje, internet gibi kavramların iş hayatındaki yerini görmeye, anlamaya, çözmeye “çalışma“ya başladım. Tam da bu konulara kafa yormaya başlamışken Finansbank ADK Ürün Yönetimi ekibine katıldım. Hem proje yönetimi, hem pazarlama birarada. Daha ne isterdim ki 🙂 Pazarlamayı ilk kez aktif olarak iş hayatımda kullanmaya başlamıştım. İlk işe başladığım günü dün gibi hatırlıyorum. Çok şey öğrendim, öğrenmek için çok çalıştım. Henüz 2 aylık bir çalışanken müdürüm “senin 2 yılın doldu mu” diye sordu, halbuki beni işe kendisi almıştı 🙂 Orada geçirdiğim aylar, yıllar kadar çok katkı sağladı bana.

Pazarlama konusunda daha çok öğrenmeliydim. Önce 3 aylık bir programa katıldım, yetmedi. Yüksek Lisans yapmaya karar verdim, burs almak için çalıştım. Hem işyerime hem de okula burs için başvurdum, okul kabul etti. Lisans döneminde başlayan gündüz okul, gece iş serüveni bu kez gündüz iş, gece okul haline dönüştü, gece gündüz çalıştım. Bazen dersten çıkıp işe döndüğüm bile oluyordu. Çünkü o sıralarda iş değiştirmiştim ve yeni işimi öğrenmek için çok çalışmam gerekiyordu. Finansbank’taki çalışmam takdir görmüştü, 4 ayrı iş teklifi almıştım. Ancak ben içlerinden en fazla çalışmam gerekeni seçtim.

Bankacılık serüvenim sona ermiş, kendimi yepyeni bir dünyayının içine atmıştım. Yıllarca çalıştığım bankacılık bana iş hayatını, insanları, çalışma disiplinini, sistemli çalışmayı, takım halinde çalışmayı, kurulan ilişkilerin ne kadar değerli olduğunu ve iş dünyasının çok küçük olduğunu öğretmişti.

Yeni işim ise Teknoloji Holding’de İnternet projeleri geliştirmekti. Projeler ortaya çıktı, büyüdü, öldü. Ben internetin dinamiklerini öğrenmeye çalıştım, hala da çalışmaya devam ediyorum. Hala holding bünyesinde çalışmaya devam ediyorum. Türkiye’nin en büyük izinli veritabanını oluşturduk, şimdi o veritabanı üzerine başka projeler geliştirmeye çalışıyoruz. Şimdi hem pazarlama, hem iş geliştirme, hem bütçe, hem finans, hem hukuk, hem insan kaynakları sorumlusuyum. Eski Genel Müdürüm Joker diyordu bana, ne iş versen yapıyor 🙂

Her fırsatta alabileceğim ne kadar eğitim varsa aldım, hala da almaya çalışırım. Birgün işim gereği 500 kişinin karşısında sunum yapmam gerekti, sesim titredi. O gün tiyatro eğitimi almaya karar verdim ve 1 yıl boyunca tiyatro dersleri aldım. Madem bu dersleri aldım, diksiyon, drama, sahne dersleri aldım, bunu kullanayım deyip pazarlama eğitimleri vermeye başladım. Öğrendiklerimi paylaşmak, paylaştıkça daha çok öğrenmek mutlu ediyor beni. Eğitim vermek için daha çok çalışmak daha hazırlıklı olmak gerekiyor.

Şimdi yıllardır çalışmamın meyvelerini topluyorum.

Okullar ve eğitimlerin sıklığını azaltınca hayatta yapmaktan en çok keyif aldığım şeyi yapmaya, gezmeye başladım. Şimdi bu gezi hikayelerimi, taze sayılabilecek blogumda (http://www.cokokuyancokgezen.com/) yazmaya çalışıyorum. Bulduğum her fırsatta ülkemde, dünyada görmediğim yerleri görmeye çalışıyorum.

Hayatıma giren yeni bir zevkim daha var ki o da motosiklet. Uçuç ve Dark Wing Duck adlarında iki motosikletim var. Bana o kadar çok şey öğretiyorlar ki. Motosiklet kullanmak adına da bulduğum bütün eğitimlere katılıyorum tabii ki. İyi bir sürücü olmak için çok çalışmam gerek.

Öğrenmenin sonu yok, yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak, yeni bilgilere ulaşmak, araştırmak, kendini geliştirmek hiç bitmeyecek bir yolculuk, ben de bu yolculukta bir garip seyyah…

Sevil Mert