İş Görüşmeleri Workshop’a Kimler Katılacak?

Geçen Mart Eğitişim Kariyer Enstitüsü’nün Performans Değerlendirme” oturum konuğu olmuş ve gençlerle çok güzel olarak nitelendirebileceğim iki buçuk saat geçirmiştim.

Geçtiğimiz günlerde Eğitişim Kariyer Enstitüsü’nden aldığım yeni davet beni çok mutlu etti. 18 Nisan 2010 Pazar günü “İş Görüşmeleri Workshop” oturum konuğu olacağım. Oturuma katılımcıları ile iş görüşmelerinin kapsamı, çeşitlerinin anlatımı yanında bolca uygulama yapmayı planlıyorum. Eğitime katılan gençlerin çoğunun İnsan Kaynakları profesyoneli olmayı istemesi workshop sürecini çok daha verimli ve ilginç kılacak. Aklımda iş görüşme çeşitleri üzerinden çeşitli ekip çalışmaları yapmak var.

Eğitişim Kariyer Enstitüsü ile yaptığım görüşme sonrasındaki bir diğer güzel gelişme ise sosyal medya üzerinden belirleyeceğim üç gencin de workshopa katılabilceği haberini almam oldu.  Bu yazıyı şu an okuyan ve yazının altındaki yorumlar bölümüne neden workshop’a katılmak istediğini yazanlar arasından belirleyeceğim üç kişiyi 18 Nisan 2010 Pazar günü saat 15:00-17:30 arası gerçekleşecek olan çalışmada ağırlayacağız.

Evet, İnsan Kaynakları mesleği ile ilgilenen, iş görüşmeleri nasıl oluyor merak eden değerli okuyucular yorumlarınızı bekliyorum 🙂
.
Not: İş Görüşmeleri Workshop’a katılacak üç kişinin isimlerini yazının altına ekleyeceğim.
.
Workshop’a Katılacaklar:
Sinan Babacan
Pınar Çakal
Ayşenur Akgül

İş Kanuna İlişkin Fazla Çalışma ve Fazla Sürelerle Çalışma Yönetmeliği

İŞ KANUNUNA İLİŞKİN FAZLA ÇALIŞMA VE FAZLA SÜRELERLE ÇALIŞMA YÖNETMELİĞİ

Resmi Gazete Tarihi: 06/04/2004
Resmi Gazete Sayısı: 25425

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığından:

BİRİNCİ BÖLÜM :

Amaç, Kapsam, Dayanak ve Tanımlar

Amaç ve Kapsam

Madde 1 – Bu Yönetmeliğin amacı, ülkenin genel yararları yahut işin niteliği veya üretimin artırılması gibi nedenlerle 4857 sayılı İş Kanununun 63 üncü maddesinde belirtilen haftalık normal çalışma süresinin dışında yapılacak fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışmaya ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.

Dayanak

Madde 2 – Bu Yönetmelik, 22/05/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununun 41 inci maddesine dayanılarak hazırlanmıştır.

Tanımlar

Madde 3 – Bu Yönetmelikte geçen:

a) Fazla çalışma: İş Kanununda yazılı koşullar çerçevesinde haftalık 45 saati aşan çalışmaları,

b) Fazla sürelerle çalışma: Haftalık çalışma süresinin sözleşmelerle 45 saatin altında belirlendiği durumlarda bu çalışma süresini aşan ve 45 saate kadar yapılan çalışmaları
ifade eder.

İKİNCİ BÖLÜM :

Genel Hükümler

Fazla Çalışma ve Fazla Sürelerle Çalışma Ücreti

Madde 4 – Fazla çalışmanın her saati için verilecek ücret, normal çalışma ücretinin saat başına düşen tutarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir.

Fazla sürelerle çalışmalarda her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret, normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde yirmibeş yükseltilmesiyle ödenir.

Parça başına veya yapılan iş tutarına göre ücret ödenen işlerde, fazla çalışma süresince işçinin ürettiği parça veya iş tutarının hesaplanmasında zorluk çekilmeyen hallerde, her bir fazla saat içinde yapılan parçayı veya iş tutarını karşılayan ücret esas alınarak fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma ücreti hesaplanır. Bu usulün uygulanmasında zorluk çekilen hallerde, parça başına veya yapılan iş tutarına ait ödeme döneminde meydana getirilen parça veya iş tutarları, o dönem içinde çalışılmış olan normal ve fazla çalışma saatleri sayısına bölünerek bir saate düşen parça veya iş tutarı bulunur. Bu yolla bulunan bir saatlik parça veya iş tutarını düşecek bir saatlik normal ücretin, yüzde elli fazlası fazla çalışma ücreti, yüzde yirmibeş fazlası fazla sürelerle çalışma ücretidir.

Yüzde usulünün uygulandığı işyerlerinde fazla çalışma ücreti, 4857 sayılı İş Kanununun 51 inci maddesinde öngörülen yönetmelik hükümlerine göre ödenir.

Fazla Çalışmada Sınır

Madde 5 – Fazla çalışma süresinin toplamı bir yılda ikiyüzyetmiş saatten fazla olamaz. Bu süre sınırı, işyerlerine veya yürütülen işlere değil, işçilerin şahıslarına ilişkindir.

Fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma sürelerinin hesabında yarım saatten az olan süreler yarım saat, yarım saati aşan süreler ise bir saat sayılır.

Serbest Zaman

Madde 6 – Fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma yapan işçi, isterse işverene yazılı olarak başvurmak koşuluyla, bu çalışmalar karşılığı zamlı ücret yerine, fazla çalıştığı her saat karşılığında bir saat otuz dakikayı, fazla sürelerle çalıştığı her saat karşılığında bir saat onbeş dakikayı serbest zaman olarak kullanabilir.

İşçi hak ettiği serbest zamanı, 6 ay zarfında işverene önceden yazılı olarak bildirmesi koşuluyla ve işverenin, işin veya işyerinin gereklerine uygun olarak belirlediği tarihten itibaren iş günleri içerisinde aralıksız ve ücretinde bir kesinti olmadan kullanır.

İşçinin bu kanundan ve sözleşmelerden kaynaklanan tatil ve izin günlerinde serbest zaman kullandırılamaz.

Fazla Çalışma Yapılamayacak İşler

Madde 7 – Aşağıda sayılan işlerde fazla çalışma yaptırılamaz.

a) İş Kanununun 63 üncü maddesinin son fıkrası uyarınca sağlık kuralları bakımından günde ancak 7,5 saat ve daha az çalışılması gereken işlerde,

b) Aynı Kanunun 69 uncu maddesinin l inci fıkrasındaki tanıma göre gece sayılan gün döneminde yürütülen işlerde (şu kadar ki, gündüz işi sayılan çalışmalara ek olarak bu Yönetmelikte öngörülen fazla çalışmalar gece döneminde yapılabilir),

c) Maden ocakları, kablo döşemesi, kanalizasyon, tünel inşaatı gibi işlerin yer ve su altında yapılanlarında.

Fazla Çalışma Yaptırılmayacak İşçiler

Madde 8 – Aşağıda sayılan işçilere fazla çalışma yaptırılamaz.

a) 18 yaşını doldurmamış işçiler,

b) İş sözleşmesi veya toplu iş sözleşmesi ile önceden veya sonradan fazla çalışmayı kabul etmiş olsalar bile sağlıklarının elvermediği işyeri hekiminin veya Sosyal Sigortalar Kurumu Başkanlığı hekiminin, bunların bulunmadığı yerlerde herhangi bir hekimin raporu ile belgelenen işçiler,

c) İş Kanununun 88 inci maddesinde öngörülen Yönetmelikte belirtilen gebe, yeni doğum yapmıþ ve çocuk emziren işçiler,

d) Kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalıştırılan işçiler.

Kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçilere fazla sürelerle çalışma da yaptırılamaz.

Fazla Çalışma Yaptırılacak İşçinin Onayı

Madde 9 – Fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma yaptırmak için işçinin yazılı onayının alınması gerekir. Zorunlu nedenlerle veya olağanüstü durumlarda yapılan fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma için bu onay aranmaz.

Fazla çalışma ihtiyacı olan işverence bu onay her yıl başında işçilerden yazılı olarak alınır ve işçi özlük dosyasında saklanır.

Fazla Çalışmanın Belgelenmesi

Madde 10 – İşveren, fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma yaptırdığı işçilerin bu çalışma saatlerini gösteren bir belge düzenlemek, imzalı bir nüshasını işçinin özlük dosyasında saklamak zorundadır. İşçilerin işlemiş olan fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışma ücretleri normal çalışmalarına ait ücretlerle birlikte, 4857 sayılı İş Kanununun 32 ve 34 üncü maddeleri uyarınca ödenir. Bu ödemeler, ücret bordrolarında ve İş Kanununun 37 nci maddesi uyarınca işçiye verilmesi gereken ücret hesap pusulalarında açıkça gösterilir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM :

Yürürlük ve Yürütme

Yürürlük

Madde 11 – Bu Yönetmelik yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Yürütme

Madde 12 – Bu Yönetmelik hükümlerini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı yürütür.

Çiğdem Özkan

12 yaşındaydım ” Anne ben diplomat olmak istiyorum” dediğimde… Seçimlerim ve hayallerim hep bunun üzerine oldu nedense… Ta ki 2002 yılında mezun olup özel sektör ile tanışana kadar… Biraz biraz havasını kokladıktan sonra “Evet Çiğdem Yönetim ve Organizasyon masterı şart” dedim. ” Diploması hayatın her yerinde zaten… Yaşayacaksın” diye de telkinde bulundum…Sonrasında Halkla ilişkiler üzerine onlarca seminer ve eğitim ile beraber çizgimi belirlemiş oldum.

Roman ve İpekyol firmaları benim için çok ciddi deneyimdi. Teoride öğrendiğim herşeyi tam anlamı ile bu iki markada kullandım. O yüzden benim için çok önemli… Tekstil miydi beni sıkan yoksa kendi tatminlerim mi cevabını hiç veremedim ancak daha farklı şeyler yapmak istiyorum dediğimde yaşım artık 30 olmuştu.

Moreclick ile tanışmam işte tamamen bu döneme denk geliyor… Bilişim apayrı bir sektördü benim için.” Yapabilir miyim” endişesi ile savaşan “elbette yaparsın” hırsı bu sektöre demir atmama neden oldu…İyi ki de oldu.

Yılların verdiği yöneticilik deneyimi bu firmadaki knowhow ile biraraya gelince olmak istediğim yerin burası olduğuna kesin kanaat getirdim. Öğrenecek pek çok şey, yapılacak çok iş vardı…Çok güçlü bir ekip ile güçlü bir firmada olmanın keyfi beraberinde başarıyı getiriyor.

Bilişim bambaşka bir yaşam tarzı…Ya O’nu yaşarsınız ya görmezden gelirsiniz, ya aşık olursunuz ya da kaçarsınız…Ben aşık olanlardanım. Biliyorum ki çok uzun yıllar bu sektörde çok ciddi işler yapacağız.

Amacım ise sadece şu…Yıllar sonra hayatımın karşısına geçip ” Aferin Çiğdem! Diplomasiyi bilişim sektöründe yaşamakla doğru karar verdin. İşte bunlar senin başarıların bunlar da sonuçları ve sana hediyeleri…” diyip gözleri mutluluktan dolu dolu bir şekilde kırmızı Ferrarime bakmak olacak… 😉

Sevgiler….


Cigdem OZKAN
Genel Müdür
MoreClick Reklam Hizmetleri
Google Adwords Qualified Company
Telefon : (212) 444 0 711
E-mail :[email protected]
http://flavors.me/CigdemOzkan

Klasik Drucker

Kaynağım İnsan’da farkettim ki kitap tanıtımı yeterince yapmıyorum. Büyük eksiklik. Haftada en az bir tane başarılı bulduğum kaynağı tanıtacağım bundan sonra.

Aslen Harvard Business School Press tarafından basılan, Türkiye’de ise Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları’nın Türkçe’ye kazandırdığı başucu kitabı niteliğindeki ‘Klasik Drucker’ bir nefeste okuduğum derlemelerden.

Kitabın Özsöz’ünü yazan ve 2002-2008 yılları arasında Harvard Business Review Genel Yayın Yönetmenliğini yapan Thomas A. Stewart, Peter Drucker’ın önemi, başarısının kaynağını üç ana faktöre bağlamış:

– Drucker, ‘Yönetim-Yönetici’ kavramlarını ilk defa bir meslek, bir disiplin olarak incelemiş ve işletmelerin verimliliği için yönetici konumunda oturan kişilerin yapmaları gerekenleri eşine rastlanmayacak mükemmellikte kelimeleri ile formülize etmiştir.

– O, işletmeleri bir bütün olarak görmüş, büyük manzaraya odaklanmış ve işletmeleri analiz edebilmek için en doğru soruyu üretmiştir.

– Sorunları incemek ve olası çözümleri üretmek için kendisini hiçbir zaman kısıtlamamış; akıl yürütürken hem tümevarım, hem de tümdengelim yaklaşımlarını beraber kullanmıştır.

Kitap iki kısımdam oluşuyor; Yöneticinin Sorumlulukları ve Yöneticinin Dünyası. Bu iki bölümde Peter Drucker’ın Harvard Business Reviev Dergisin’nde yayınlanmış toplam otuz sekiz makalesinden on beşine ulaşabileceksiniz. Kitapta tam yedi kez HBR tarafından en başarılı makale seçilen “Etkin Yöneticiyi Etkin Yapan Nedir?” ve Peter F. Drucker ile yapılan röportaj da bulunuyor.

Peter Drucker’ın hayatını çok güzel özetlediği için aşağıdaki ‘Yazar Hakkında’ bölümünü netkitap.com sitesinden alıntı yaptım.

Yazar Hakkında

Peter F. Drucker (19 Kasım, 1909, 11 Kasım, 2005), Avusturyalı yönetim bilimci.

Peter Drucker, 1909 yılında Avusturya;da eğitim seviyesi yüksek bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Evlerine dönemin entelektüel elitleri gelir gider, çeşitli konularda tartışmalar yapılırdı. Frankfurt Üniversitesin’de okudu. Keynes ve Schumpeter’den ders aldı. 1929’da Frankfurt’un en büyük günlük gazatesinde finans yazarlığı yaptı. 1933’te tutucu bir Alman filozofu olan Stahl hakkında yayımlanan yazısında Nazileri o kadar rahatsız etti ki, yayın yasaklanmakla kalmadı, yakıldı. Bir süre sonra, ‘Almanya’da Yahudi‘ sorunu başlıklı yazısı da aynı kaderi paylaştı.

Hitler başa geçtikten sonra Londra’ya göçtü. Bankacı oldu. Şöyle diyelim, Londra Bankası’nda ekonomist olarak işe başladı. 1937’de gazeteci olarak Amerika’ya gitti. Vermont’ta Bennington Koleji’nde siyaset ve felsefe profesörü olarak ders verdi. 1939’da ilk kitabı, ‘Ekonomik Adamın Sonu: Totaliterliğin Kökenleri‘ ni yazdı. 1945’te General Motors’u inceledi ve sonucunda 1950’de ‘İşletme Kavramı‘ başlıklı çığır açan kitabı basıldı. En önemli metni ‘Yönetim Uygulaması’ 1954’te yayımlandı. Bu çalışmasında işletmeleri masaya yatırdı. Özetle yönetimin bir bilim ya da sanat değil, bir meslek olduğunu gösterdi. 21 yıl boyunca New York Üniversite’sinde hocalık yaptı. O kadar popülerdi ki, dersleri spor salonunun yanında yüzlerce sandalyenin sığabileceği bir mekanda yapılıyordu. 1975’ten itibaren 20 yıl Wall Street Journal’da aylık köşe yazarlığı yaptı.

Claremont Üniversitesinde Yüksek Lisans öğrencilerine ‘İşletmede Drucker’ dersi veren Joseph A. Maciariello, Drucker için “Daireler halinde düşünürdü” diyor. Dehasının bir kısmı bağlantısız görünen öğretiler arasında ortak kalıplar bulabilmesinden kaynaklanıyor. Drucker’in yazdığı kitaplar akademik kaynak olarak kullanılmadı. Oysa 37 dile çevrilen 38 kitap ve çok sayıda makale yazdı. Akademik çevrelerin üretitiği gerekçe lineer olmayan bir yaklaşımı olması ve çalışmalarının ölçümlere dayanan araştırmalar içermemesi diye özetlenebilir. Tipik yönetim danışmanı kalıbına hiçbir zaman uymadı. Ev-ofisinden çalışırdı ve asla bir sekreteri olmadı. Telefonlarını hep kendi açardı.

ABD Başkanı George W. Bush 2002 yılında Drucker’a Başkanlık Özgürlük Madalyası verdi. Buraya kadar Drucker’ın bilinen hayat hikâyesi, bundan sonrası hayat hikâyesinin yönetim bilimindeki izdüşümü:

1940’larda, organizasyonların temel prensiplerinden olan, sorumluluğun dağıtılması fikrini ilk o tanıttı.

1950’lerde işçilerin yok edilmesi gereken mükellefiyetler değil, değerler olduğunu ilk o dile getirdi. Şirketin sadece kar makinesi değil, çalışana güven ve saygı üzerine kurulu bir insan topluluğu olduğu görüşünü üretti İlk kez o, yeni pazarlama kafa yapısında basit bir kavram olan ‘müşterisiz iş yoktur‘u açıklığa kavuşturdu.

1960’larda, içeriğin önemine değindi.

1970’lerde, bilginin Yeni Ekonominin asıl sermayesi olduğunu yazan yine Drucker oldu.

1980’lerde kapitalizim ve iş dünyası hakkında ciddi şüpheler edinmeye başladı. İşletmelerin toplumların yaratılması için ideal yer olmaktan çıktığını, bireysel çıkarların eşitlikçi prensiplere karşısında her zaman galip geldiği bir yer olduğunu söylüyordu. Amerikan iş dünyasının en önemli eleştirmenlerinden biri oldu. Yöneticiler imparatorluk kurmakla uğraşırken fazla personel ve etkisiz bir sürü asistanların oluşuna karşı çıktı. Onu en çok kızdıran işletmelerin işten çıkarmalarda elde ettikleri büyük kazançlardı: “Bu ahlaki ve sosyal olarak affedilemez. Bunun için çok büyük bedel ödeyeceğiz.”

Drucker, 1980’lerde yoğun olarak yaşanan ve yasal dayanakları zayıf olduğu için eleştirilen satın almalar, birleşmeler ve benzeri operasyonlar kapitalizminin son hatası olarak görüyordu: “Serbest pazara inansam da, kapitalizm hakkında ciddi şüphelerim var.”

Herkesin hoşlanmadığı çıkışlar yapmaya bayılıyordu, örneğin; 1984’te bir tepe yöneticinin en düşük maaş alan işçinin 20 katından fazla maaş almasının doğru olmayacağını ilan etti. Drucker, kapitalizm aç gözlülüğü performans kadar hızlı ödüllendirdiğini savunurken, onun bu eleştirilerindinden hoşlanmayan ve giderek sayıları artan bir danışmanlar topluluğu oluştu. Drucker’ın zamanının da modasının da geçtiğini söylemeye başladılar. Birçoğu pazarlama fantastiği yeni nesil gurular türedi. Popüler kitaplar yayınladılar, konuşma turlarına çıkıp zengin oldular. Yeni nesil yönetim guruları Drucker;ı gölgede bırakır oldu. Drucker ilerleyen yıllarda dikkatini ve çalışmalarını kar amacı gütmeyen işletmelere yönlendirdi.

Bugün bildiğimiz yönetim uygulamalarının çoğunluğu Peter Drucker’ın düşüncelerinden türetildi. Kişileri ve kurumları yönetmenin karmaşıklıklarla dolu olduğunu söylüyordu. Yöneticilere iyi çalışanı tutmanın önemini, sorunlara değil imkânlara odaklanmak gerektiğini, müşterinizle masanın aynı tarafında oturmayı, rekabet avantajlarını anlama ihtiyacını ve bunları yenilemeye devam etmeyi öğretti.

Ali Riza Esin

Merhaba, ben Ali Riza Esin.

İsmimin ortası gerçekten R(i)za. Bunun hikâyesini okuyanlar bilir, okumayanlar da okuyabilir. O nokta önemli.

Peki ‘Originator’ ne demek? Ne iş yapar Originator kişisi, ne yer ne içer? Her şeyden önce bu benim kendim için, kendi kendime uydurduğum bir tanım, ünvan, titr, janr, ne derseniz deyin. Yaptığım işlerin tamamını spesifik olarak yapıştırabileceğim bir karşılık bulamamış olmam nedeniyle uydurdum birkaç yıl önce. Freelancer olarak çalışırken kullandığım kişisel kartvizitimde de aynısı yazar. Şimdiye değin yaptıklarıma ve şu anda yaptığım işlere, yeteneklerime uyuyor mu onu bilmiyorum ama bana uyuyor fikren. Siz bana grafik tasarımcı da diyebilirsiniz şimdilik. Yazar derseniz, onu da kabul ederim. Ha, bir ünvanım da Spoon Specialist. Şimdiden karıştırmış olabilirim hadiseyi, hadi hayırlısı bakalım.

Buraya ne yazacağımı, nasıl yazacağımı aslında, diğer yazıları okuyarak öğrendim. Kaynağım İnsan sitesinin kurucusu ve benden bu yazıyı isteyeni sevgili İpek Aral Kişioğlu, serbest bırakıyor anlaşılan diye düşündüm önce, ve sordum da zaten sonra, öyleymiş. Bana kızmayın, ona kızın. Yaptığını beğendik deyin ya da, bana değil ama ona.

Neredeyse hayatımı yazacak olmam midemi ekşitmedi değil en başta. Sonra ekşimeyeceğini de garanti edemem elbette ama bir söz vermiştim. İpek Hanım’ın ricası üzerine yazıyı yazarım dememle şimdi yazıyor olmam arasında çok şey değişti inanın. O kararımı etkileyen şeylerden bahsediyorum. Üstelik altı yoğun, üstü yumuşak bahanelerimle birkaç kez ertelemek durumunda kaldığım, sonra da uzattıkça uzatıp yerine getirmekte zorlandığım bir yazı sözüydü bu.

Hiç sorun haline getirmem halbuki yazı yazmayı kendime. Bazı kelimelere karşı zaafım vardır hatta, yerli yersiz kullanıp dururum bazılarını, kelimeleri kelimelere vurmasını, kelimelerden daha önce okumadığım anlamlar devşirmesini, kimi zaman deforme etmesini ve başka kelimeler üretmesini, tüm bunları eğlenceli buluyorum ve seviyorum galiba. Yazarım, okurum, üstünden geçerim, yazı ben bitti deyince bitmiş olur; yazı bitebilir ama son okumalar bitmez bazen, vedalaşmam zaman alır.

Neyse, zamanı gelmiş olsun artık işte. O yazı, bu yazı. Haniyse konuşmayı gereksiz yere uzatıp kaçınılmaz sonu ertelemeye çalışan çocuklar gibi hissettiğimi söyleyebilirim şu anda. Bir yandan da yazıyorum utanmadan. Başlamaya çalışıyorum. Tamam, başlıyorum.

Yine de siz başlıyorum dediğime bakmayın isterseniz. “Başladığı anda biten bir yazı” aslında bu. İpucu: Bu girizgâhı saymazsanız, değişik bir kurgu denemiş bile sayabilirim kendimi hatta.

Yazı yazmasını seviyorum.

Yukarıdaki cümleyi “yazı yazmayı seviyorum” şeklinde kursaydım, okumayı da sevdiğim anlaşılmayabilirdi. Yine de anlaşılmamıştır, o öyle anlatılmaz zaten, ama olsun. Yazı yazma eylemini seviyorum demek istedim özünde. Yazarken detayları ve anlam derinliklerini önemsemeyi, bazen yazdığım tek bir kelimenin bile farklı okuma zamanlarında farklı anlamlar çağırmasını, çok boyutlu yazmayı ve bunu marifet saymayı kendim seçtim, okuyanlardan çoğuna yaranamayacağımı bile bile. Yazdıkları düz okunan, düz yazı yazan biri olmayı seçseydim yapardım zaten bunu. Çok yaptım. Yine yaparım.

Bu biraz detaycılık ve hayli gevezelikle birleşince, ortaya gereksiz uzunlukta metinler çıkabiliyor. Oysa ben oldukça kısa yazılar da yazabildiğimi sanıyorum mesela, beş on satırı geçmeyen. Yazmayı seviyorum belki, evet ama o kadar da uzun yazılmaz ki! Bunun neden olduğunu da biliyorum ama. Dur diyenim yok çünkü. Hiç olmadı şimdiye değin! Yazı formasyonu almadım. Yazı yazmayı meslek gibi görmeme neden olacak bir fırsat da geçmedi elime; biri Almanca’ya çevrilmiş, çoğunun telifleri hibe edilmiş birkaç dergi yazısını saymazsam.

Bir gazetede yazsaydım örneğin, şu kadar karakteri geçmesin diyen biri olurdu; bir üslup dayatan. Kitabımı bastırmayı kabul ettirebilseydim öncelikle, başvurduğum yayınevlerinden birinde, “Sen al bunu, biraz zayıflat da getir…” diyebilecek bir editör kişisiyle tanışabilirdim. Belki bir yayın yönetmeniyle. Bence bu, çok öncesinden defterler eskitmeyle başlamış olsa da yazın hayatı, onları yayımlayabildiği tek ortam olabilen internetin şımarttığı bir insanlık halidir. Bir internet sayfası, sen ne kadar istersen o kadar uzayabiliyor çünkü.

Uzayabiliyor, evet.

Uzayabiliyor.

Okumaya meraklı değilseniz, şu bağlantıdaki yazım canınızı daha da sıkabilir: Exlibrary tarihçesi. Yazdıklarımı yayma hayatımın bir özeti gibidir.

* * *

Madem ki bir “İnsan Kaynakları” blogunda yazı sunacağım, konu üzre veya konuyu teğet geçecek olsam da şahsen ilgi kurduğum bazı fikirlerimi de belirtmeliyim diye düşünüyorum.

– Başarı benim için kalitatif bir kavram değil en başta, sonuna kadar sürmesi beklenen bir süreçtir. Makineyle daha hızlı sayılabilen başarı ölçütleri dünyasında yaşıyor olsak da, o ölçütlerin peşinde koşan insanlardan olmamakla övünürüm; dileyen buna züğürt tesellisi diyebilir. Ben öyle demem.

– Kısa ve uzun vadeli hedefleri olmalı insanın. Ancak o hedeflere ulaşmasını başarıdan değil, vaka-i adiyeden saymalı insan. İş hayatı, insanın kendi hayatından bağımsız, başka bir dünya değil. Yol aynı, sürekli gidilen bir yol. Yolun sonu belli. Aradaki durakları sadece mola bellemeli.

– Edwin Percy Whipple isimli bir Amerikalı demiş ki, “İş hayatında hak ettiğinizi değil, pazarlık ettiğinizi alırsınız.” Yani, kendinizi satmanız gerekiyor çoğu durumda. Satmaktan kastım, ruhu şeytana teslim etmek değil. Pazarlamak. Bunlar farklı şeyler. Kendinize daha fazla fayda sağlayabileceğiniz pozisyonlara sokmak kendinizi, her anlamıyla. Ancak bunun abartısı, azlığından daha büyük işler de açabilir insanın başına; insanın insanlık halinin başına.

– Kimse zamanını boşa harcamamalı. Kimse kimsenin zamanını boşa harcamamalı. Optimum fayda dengesini gözettiği ve bunu sürdürdüğü ölçüde, işinde başka şeyi dert etmesi gerekmeyebilir insanın. Bu bence ilk iş gününün istim üstündeliğini korumaya bağlıdır. O heyecan eksildiği anda çalışan için de çalıştıran için de eksiye yazan günler başlamış oluyor. Eğer o optimum faydanın sürmesi isteniyorsa, her iki tarafın da üstüne düşenler var. Bunların olmadığı iş ortamlarında huzursuzluklar başlıyor, bittiğinin idraki halinde ise anlaşma sona eriyor. Biz buna işten ayrılmak veya kovulmak diyoruz.

– Hayatı iş hayatı ve özel hayat diye ikiye ayırmak ne derece doğru? Hayat rutinlerimizden bahsetmiyorum. Sürekli rol yapmaktan, maske takmaktan haz duyan birileri var mı aranızda? Yorgunlukların, bıkkınlıkların, kırgınlıkların, bunalımların, ezcümle mutsuzlukların birazı da bundan kaynaklanıyor olabilir mi acaba? Olduğu gibi olmamaktan, olamamaktan, sürekli başka biri olmaya çabalamaktan, samimiyetsizlikten, her duruma karşı farklı samimiyet katmanları arasında gidip gelmekten –tüm sosyal hayatınız boyunca, aslında tüm hayatınız boyunca– kaynaklanıyor olabilir mi hayatınızdaki bazı olumsuzluklar? İnsanın kendisiyle başbaşa kaldığı anlarda kendisine karşı bile dürüst olmasını zorlaştıran, engelleyen bir faktör olduğunu düşünüyorum ben bunun. İnsanın kendi kendine yalan söylemesinin, kendine yabancılaşmasının asıl nedeni samimiyetsizlik olabilir mi acaba? Ya sevgisizlik?

İnsanın her ilişkisinde farklı rollere soyunması zor iştir, yapanlara imrendiğimi söyleyemem, hatta garipserim, yabancılarım tüm bu nedenlerle. “Olduğu gibi olmak” klişe bir deyim gibi gelebilir ama bu insanın önce kendi hayatını kolaylaştırır, sonra çevresindekilerin hayatını.

– İnanmak, tahmin etmek, sanmak, zannetmek. Tüm bunlar bilmenin zıtlarıdır. Öğrenmekse sadece başlangıcı. Öğrenmenin bile bilmek demek olmadığını öğrenmek için otuzlu yaşlarımın sonlarını görmem gerekti. Yaşamınızı size verdikleriyle değil, sizin ona verdiklerinizle değerlendirdiğiniz zaman bambaşka bakmaya başlayabiliyorsunuz dünyaya, dünya üzerindekilere ve yaşanan tüm hadiselere. Hayatın büyük sorunlarını küçültme uğraşına ara, hatta belki bir son verip küçük keyifleri büyütmeye başlamaktan geçen bir yol olduğunu düşünüyorum ben bunun. Mutluluğu ve kendi gerçeğini arama uğraşıyla bir ömür geçmez. O oradadır zaten.

Bu gibi konulara doğrudan veya dolaylı olarak değinen pek çok yazı yazdım daha önce. Benden asıl talep edilen şeye, hayatımın iş ve kariyer bağlamındaki kronolojisine başlamalıyım artık sanırım. Arada atlanmaması gerektiğini düşündüğüm önemli noktalar da olacak. Şu sözle bitireyim bu faslı da:

Gerçek, gerçeğin her an değiştiğidir.

* * *

Bugünlere gelmemde, bugünkü bana ulaşmamda payı çok büyük olan eşim Nimet’e, çocuklarıma, babamın yokluğunda babamı aratmayan anneanneme ve ağabey yoksunluğumda ağabeyimi aratmayan Hüseyin Karayel’e, nam-ı esas Sinan dayıma çok şeyler borçluyum. Ve arkadaşlarıma… İyi ve ancak yine iyi diye anabileceğim tüm arkadaşlarıma, iş arkadaşlarıma, mahalle arkadaşlarıma, okul arkadaşlarıma, başka dostlarıma, tüm sevgililerime, ilk sevgilim Gülseren Esin’e. Onlara çok şey borçludur bu kişi. Bundan beş yıl öncesinin Ali Riza Esin kişisiyle şimdiki kişi geceyle gündüz kadar farklı, bunda herkesin payı büyük. Bundan böyle ne kadar fark eder bilmiyorum ama yarınki varlığımın da bugünkünden farklı olacağını biliyorum.

Yıl 2010. 2009’un sonlarından bu yana Genna MCG’de grafikerlik yapıyorum. Oradaki diğer işlerimin yanısıra Gennaration gazetesini çıkaran ekibe dahilim. Web sitesini WordPress’ten devşirerek yaptık, halen yönetmeye çalışıyorum. İlginç gelebilir, Genna’daki işimi şu ilanla buldum: http://ff.im/ckZCC

2009’un başlarından sonuna değin, Freelancer bazında çalışmaya devam ettim ev ofisimden. 2008 yılı sonunda iPhone odaklı yayım yapan iFonfan‘ı kurdum ve bundan altı ay öncesine değin yoğun olarak o kapsamda içerik ürettim.

2006 – 2008 yılları arasında Global Gıda ünvanlı bir şirkette çalıştım. Çoğu Anadolu’nun farklı illerindeki AVM’lerde faaliyetlerini sürdüren perakende gıda markalarının yaratım süreçlerine katıldım, kurumsal kimliklerini oluşturdum, iç mekan tasarımlarına müdahalelerim oldu, tüm tanıtım ve operasyonel materyallerini ben hazırladım, grafik tasarımlarını ve medya planlamalarını yaptım.

2001 yılının hemen başında kendi kurduğum bir şirketle “yeni medya” işlerine başladım. Yaptığım iş ağırlıklı olarak web sitesi tasarımları ve yönetimleriydi. 2003 yılında kendi kapattığım şirketten kalan işlerimi Freelancer bazında sürdürdüm. Aralıklarla beş yıl kadar devam eden süreç dahilinde Antalya’da kendine reklam ajansı diyen ve İstanbul’da kendini reklam ajansı zanneden grafik tasarım ofislerinde kısa sürelerle çalışarak masaüstü ve klasik mecra diye de adlandırılan, çoğunlukla çizgi altı diye nitelendirilen işleri öğrendim ve elbette hayatımı o işleri yaparak kazandım bir yandan; iyi veya kötü. Web sitesi ve hareketli grafik tasarımları, fotoğraf ve video prodüksiyonları, fotoğraf manipülasyonları, ses ve video montajıyla ilgili temel ve yardımcı unsurların kullanımıyla ilgili çok daha önceki bilgi ve tecrübelerimle birleştirme fırsatı buldum klasik mecra formlarını. Tüm bunları kullanarak işler ürettim.

Bankacılığı bıraktığımda başka bir bankaya girip çalışmayı “attan inip eşeğe” binmek şeklinde nitelendirmiştim ve başka ne yapacağımı hesaplamamış olmama rağmen hiçbir bankaya iş başvurusunda bulunmadım. En başından itibaren bankacı gibi hissetmemiştim zaten kendimi. İşe ilk başladığımda “bankacılıkta yaratıcılığa yer olmadığı” tembihlenmişti bana. Tembihleyen kişi her meslekte yaratıcılığın var olabileceğini benimle keşfetti. Koçbank’taki iş hayatım boyunca mesleki eğitimlerin yanısıra, motivasyon, liderlik, kalite yönetimi ve planlama ana başlıkları altında pek çok eğitim aldım, bunlardan daha sonraki iş hayatım boyunca çokça faydalandım, halen faydalanırım. Genel Müdürün “Müşteri Hizmetlerinde Mükemmellik” ödüllerinden birini de ben sahiplenerek tüm bunların gereğini yerine getirmiş sayarım kendimi.

Koçbank’tan 2000 yılının Haziran ayında kendi isteğim ve talebimle ayrıldım. Bankacılığı bıraktığımda ne iş yapacağımı bilmiyordum.

Daha önceki ismi American Express olan bankada, Koç-Amerikan Bank’ta, sonraki ismiyle Koçbank’ta sırasıyla Dış İşlemler Departmanı, İthalat Bölümü, İthalat-İhracat Bölümü, Antalya Şubesi, Manavgat Şubesi, Konya Şubesi, yine Antalya Şubesi, Antalya Muratpaşa Şubesi, Afyon Şubesi lokasyonlarında çalıştım. Havalı ismiyle “Clerk” ünvanıyla başladığım bankacılık hayatım, –Türkçe devam edeyim– şef yardımcılığı, şeflik, departman müdürlüğü gibi ünvanlarla devam etti. Bankacılık hayatım en son ünvanım olan “Operasyon Bölüm Yöneticisi”, yani müdür yarılığıyla, on üç yıl sonra sona erdi.

1996 yılının sonlarında internetle tanıştım. 2000 yılının ortalarında Exlibrary‘yi kurdum. İlk kitabım zaten internete yayılmıştı, ilk elden onu ve yeni yazılarımı yayımlamaya başladım.

İkinci oğlum Ege dünyaya geldi. Onun yolculuğunun, ona yolculuğumuzun Konya’da başladığını biliyoruz ama kendisi Antalya doğumludur. Apple bilgisayarlarla tanışmamın nedeni oğlum Ege’dir. D8 formatlı kasetlere çektiğim video görüntülerini bilgisayara yine dijital formatta aktarma ihtiyacım sayesinde tanıştım iMac DV’m ile. O bilgisayar daha sonra üzerinde web siteleri tasarlamaya başlayacağım, çizgi altı işleri bağlayacağım ekmek teknem haline gelecekti; Ege de, çoğu zaman evde çalıştığımdan bilgisayar masamın altındaki dizüstü aksesuarım. Sürekli babasının kucağında oturarak almıştır ilk bilgisayar eğitimini, altı yaşından beri ister PC ister Mac, tüm makineleri benim diyen insandan iyi kullanır. Üzerinde anlamlı kelimeler bulunan ilk belgesini dört yaşında kaydetmiştir.

Sanki beni tarif eden bir İngilizce ilana gönderdiğim özgeçmişle 1988 yılında bir iş başvurusunda bulundum. Nereye başvurduğumu bilmiyordum çünkü tarif edilen iş haricinde bir bilgi yoktu ilanda. Bir bankaya başvurduğumu sonradan öğrendim. Koç-Amerikan Bank, Dış İşlemler Departmanı’na kabul edildiğimi, “Koçbank’ın son genel müdürü”, o zamanın Asst. General Manager, Administration&Treasury ünvanlı kişisi Engin Akçakoca’nın, konuşmamızı takip eden ilk pazartesi günü “işe tişört ve espadrille gelme e mi..” demesiyle anladım. Doğru anladığımı ilk gün masama yığdıkları otuzu aşkın merkez bankası kapama ve teminat iadesi dosyasıyla boğuşmaya başladığımda öğrendim. Ünlü 32 sayılı kararla liberalleşen ülkem ekonomisine yön veren ve Özal dönemi diye anılan dönem boyunca, Türkiye’den yurt dışına açılmış Akreditif ve döviz cinsinden teminat mektuplarının bir kısmından da ben sorumlu oldum. Verilen bazı kredilerden, yurt dışı edilen efektiflerden, işe alınan bazı personelden, başka işe gönderilen başkalarından, genişçe bir bölgede boşalan tüm ATM’lerden, onlara ve bankaya depolanan paralardan, buraya sığdıramayacağım başka başka işlerden oluşan sorumluluklar aldım.

1988 yılında evlendim. 1989 yılında ilk oğlumuz Efe doğdu. Efe doğduğunda İstanbul’da, Küçüklanga Caddesinde oturuyorduk. Çocukluğumun geçtiği semtlerden biriydi orası, daha sonra Kurtuluş’a ve oradan da Antalya’ya taşındık. Sonraki işim nedeniyle ev ve şehir değiştirip durduk. Genç evli bir çift olmamız nedeniyle, çocuğumuzla birlikte büyüdük neredeyse. Bugünkü aklım olsa, daha büyükken çocuk sahibi olup çocuğumla çocuk olabilmeyi, daha küçükken çocuk sahibi olup çocuğumla büyümeye tercih ederdim doğrusu. Öte yandan, göreceli olarak genç denebilecek bir yaşta bugün küçüğü 12, büyüğü 21 yaşında aslanlar gibi iki çocuk babası olmanın keyfini ve gururunu ise hiçbir mutluluğa değişemeyeceğimi de biliyorum.

1987 yılında Durusel isimli bir halı toptancısında tezgâhtar olarak çalıştım. Kartvizitimdeki ünvanım ‘Asst. Sales Manager’dı ama tezgâhtardım sonuçta. Diğer halı satıcılarından farkımız, bizim halıları en az ellilik, yüzlük parçalar halinde satıyor olmamızdı. Yurt dışına, dünyanın dört bir yanındaki halı mağazalarına ve yabancı halı toptancılarına gönderiliyordu, Türkiye’nin dört bir yanında ilmek ilmek elle dokunmuş kimi yün, kimi pamuk ve yün, kimi ipek halılar; desen desen, kalite kalite. Muhasebe bölümü için işe alınmıştım oysa, üç ay kadar çalışıp mürekkepli kalemlerle yazılan üç ‘defter-i kebir’ kapatmıştım. “Sen güzel iş bağlıyorsun, İngilizcen de var hem, gel seni satışa alalım dediklerinde” hemen atladım, çünkü muhasebecilik bana sıkıcı gelmişti.

Askerliğimi Antalya Karpuzkaldıran’da DJ olarak yaptım. Aslında DJ olarak katıldığım kampta daha çok Tonmeister’lık ve ilgisiz bazı başka görevler yaparak tamamladım askerliğimi.

Hanutçu ve halı satıcısı olarak Nuruosmaniye’de ve Kapalıçarşı’da, daha önce çıraklık yaptığım halı mağazasında çalışmaya çalıştım. O mağazada İngilizce satış yapılabilir müşterilere satış yapma şansı en düşük olan bendim. Benden eski ve başka dillere de hakim tezgâhtarlar vardı çünkü. Kendi müşterimi kendim bulup, kendi satışımı kendim yapmaya başladım. Turistik ürün mağazaları buna dünden razılardı ve hem hanutumu, hem de satışlardan yüzdemi alıyordum. Yine de zaman geçtikçe bu durum beni içten içe rahatsız etmeye başlamıştı. İş başvurularında bulundum. Yaptığım işin moral motivasyonunun sıfırın altında olması yetmiyormuş gibi, maddi motivasyonu da azalmaya başlamıştı. İngilizce konuşan turist insanı, İstanbul’dan elini eteğini çekmişti resmen. Daha çok para kazanmış olsaydım, o günlerde yeni evli ve paraya ihtiyaç duyan birisi olarak işin ahlâki boyutunu ne kadar önemserdim, bilmiyorum. Önemsemezdim galiba.

Üniversiteden ayrılır ayrılmaz yine bir İngilizce kursuna yazıldım. Kararlıydım; bu kez okula gider gibi her gün devam edecek, sonunda hangi diplomayı alabiliyorsam onu alana değin bırakmayacaktım. English Universal isminde bir kursa kurs kapanana değin devam ettim. English Fast benim sayemde kurtuldu.

Arkadaşım Koray’la birlikte Staras’ta çalışmaya başladım. Daha önce sıkı DJ’lerin aynı stüdyoda ‘Revox’ makaralarla kaydederek hazırladıkları miksleri ‘Akai GX-F 71’lerle kasetlere çoğaltıyorduk. Zorumuz oydu ki, Vakkorama’da satılan kasetlerin kayıt ve müzik kalitesi Unkapanı’nda satılanlardan farklı olmalıydı. Unkapanı daha DJ kasetleri yapmaya başlamamıştı zaten. Satışa sunduğumuz kendi mikslerimiz de vardı. Nakamichi’ler yoktu stüdyoda… Hi-end ‘B&W’ gibi markalar yerine PA ‘JBL’ler, H&H’ler kullanılıyordu doğal olarak. Ama olsundu. Müzik ve Hi-Fi meraklısı iki gençtik ve darı ambarındaki tavuklar gibiydik. Pitch kontrollü pikaplar, mikserler, arşivdeki tüm o plaklar, sahip olma hayali kurduğumuz müzik aletleri, hoparlörler, hepsini kullandığın bir iş yapıyor olmak… Bazen büyük otellerdeki, bazen köşk bahçelerindeki önemli toplantılara müzik ‘setup’ları hazırlar, DJ‘lik, DJ çömezliği yapmaya giderdik; Sezen Aksu’nun Lale Devri şarkısındaki ortamları hareketlendirenlerden, –o ortamlara para karşılığı hizmet edenlerden daha doğrusu– biri ikisi de bizlerdik. Okuyanı ilgilendirmediği halde marka ve model isimleri belirterek yazmış olmamı bağışlayın, o isim ve numaralar ve daha pek çok başkası, hayatımdaki ağırlıklı bir döneme işaret eder.

1983-84 döneminde üniversite öğrencisiydim. İkinci sene kaydımı sildirerek ayrıldım üniversiteden. Üniversiteden ayrılmaya karar vermemi kolaylaştıran bir bahane yapmıştım kendime. Doğru düzgün iş fırsatı diyebileceğiniz neredeyse her şirket, üniversite ismi belirterek arıyordu personelini ve o üniversite isimlerinin arasında ne Marmara Üniversitesi ne de İstanbul Üniversitesi yoktu o günlerde. “Mezunlarını özellikle istedikleri üniversitelerden birinde okumuyorsam niye okuyorum” gibi hatalı bir fikre kapılmış, yanlış bir düşünceye saplanmıştım ve beni caydıracak kimsem de yoktu yanımda yöremde. Üniversite eşittir mezun olunduğunda diplomasıyla iş bulabildiğin, doldurulması gereken bir çile, hayatında tamamlanması gereken bir eğitim öğretim faslının son perdesiydi kafamda çünkü. Aksini kanıtlayan bir aile büyüğüm de yoktu. İlkokulu ancak bitirmiş bir anne babanın en büyük çocuğuydum ben. Ben doğduktan kısa bir süre sonra vefat etmiş, baba tarafından dedemdi en tahsillimiz.

1980 yılında sınavlarına girerek Beyoğlu Ticaret Lisesi’nin Muhasebe bölümünü kazandım. Okulun başka bölümü de yoktu zaten. 1983 yılında mezun oldum. Mezuniyetime ilişkin belki ilginç gelebilecek iki ayrıntı vardır. Birincisi son sınıfta üç dersten bütünlemeye kalmış olmama rağmen aynı yıl, 1983’te üniversiteyi, Marmara İ.İ.B.F. İşletme Bölümü’nü kazanmış olmamdır. İkincisi ise yine son dönem son sınıf iyileri arasında gerçekleştirilen daktilo şampiyonasında birinci olmam; bunu daha sonra klavyeyle dost geçecek bir hayatın önemli bir başlangıç noktası sayarım.

1982 yılının yaz aylarında, İstiklâl Caddesi’nin Tünele yakın bir iş yerinde, bir gümrük komisyoncusunda işe başladım. “sigortalı” ilk işimdir. Gümrüklerde evrak takibi yapanların getir götür işlerini yaptım, Tünel – Karaköy arasında mekik dokuyorduk beni o işe aldıran okul arkadaşım İbrahim’le birlikte. Tüneli kullanmayıp Yüksek Kaldırım’dan yokuş aşağı koşturursak ödenen gidiş-dönüş masrafının yarısının cepte kalabildiğini öğrendim. Çıraklık zamanlarımdaki bahşişlerden sonra havadan(!) geldiğini sandığım ilk paralarım oldu onlar. Kazandığım parayı yeniden kazanmayı öğreniyordum.

Para kazanmak için çalışılıyordu demek ki. Ama halen ne olmak istediğim hakkında, para kazanmak için hangi mesleği seçeceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Çocukluğumda hayalini kurduğum pilotluktan ortaokuldaki bazı derslerimin not ortalamamı düşürmesi nedeniyle uzaklaşmıştım ya, artık ne olursa olurdu, önemi yoktu pek.

1977 yılında İstanbul Cerrahpaşa’daki Davutpaşa Lisesi’nin Ortaokul bölümüne yazıldım. O yıllarda İngilizce, Almanca ve Fransızca seçeneklerinden özellikle birine yığılma olduğundan yabancı dil tercih edemiyordunuz; annem beni yine de İngilizce’ye yıkabildi. Böylece o yabancı dili öğrenmem konusundaki aile zoru da başlamış oldu. Beni bununla ilgili sürekli destekleyeceklerdi ve ben faydasını çok daha sonra görecektim. Ergenliğim İngilizce kurslarının akşam kurlarında uyuyarak geçti. Uyandığımda ise kendimi Sultanahmet ve civarında pratik yaparken, Kapalıçarşı’da bir halıcıda çıraklık, daha sonra terfien tezgâhtarlık yaparken bulmuştum.

1972 yılında yazıldığım Hobyarlı Ahmet Paşa İlkokulu’nda başladım okul hayatıma. Tüm ilk sınıf şubeleri dolu olduğundan beni “Özel” sınıfa aldılar ilkin. O sınıfta zihinsel engelli arkadaşlarım oldu. Bazen bunun tesadüf olmadığını düşünürüm. İkinci hafta Trabzon’dan İstanbul’a tayini çıkan bir kadının, sevgili ilk öğretmenim Keriman Erten’in öğrencisiydim.

Kiracıydık. Bebekliğim Kasımpaşa’da, erken çocukluğum Balat’da, çocukluğum Küçüklanga ve Fındıkzade civarlarında geçti. Ergen çocukluğuma ilk adım attığım sıralarda bir yaz bir elektrikçide ve bir yaz da “bilumum oto tamiranesi”nde çıraktım. Ondan önceki yaz tatillerimde ise Cuma Pazarı‘nda sucu çocuk.

1966’nın 4 Ocak günü doğdum.

1965’in bahar ayları… Bir pıhtı tanesiydim.

Böyle biter her hikâye.

http://ali.riza.esin.net
http://www.exlibrary.com
http://www.ifonfan.com
http://www.behance.net/aesin
http://tr.linkedin.com/in/aesin
http://friendfeed.com/aesin
http://twitter.com/alirizaesin

Alev Durmuşoğlu

Ne zamandır “Alev Abla”?

Hayatım boyunca yolum bir şekilde kesişti annelerle ve bir gün bir de baktım ki, çevremdeki neredeyse herkesin, tüm yakın dostlarımın ortak bir özellikleri var: Anne olmaları!

Çevreniz annelerden oluşuyorsa, katıldığınız etkinliklerin büyük çoğunluğu da oyun grupları, doğumgünü ve hoşgeldin bebek partileri oluyor haliyle.

İşte ben bu etkinliklerde başladım ilk olarak bebek ve çocuklarla çalışmaya. Yani çok uzun zamandır zaten “Alev Abla” idim.

DogumFotosu Serüveni Nasıl Başladı?

Çok sevdiğim bir anne arkadaşımın, ikinci bebeğine hamile olduğunu öğrendiğimizde başladı serüvenim. İlk çocukların yakalayabildiğim dönemlerinden itibaren zaten fotoğraflarını çekmiştim. Sırada ikinciler vardı ve ben onları, anne karnında yakalamıştım. İşte şimdi sıra doğum fotoğrafları çekmeye gelmişti.

Aklıma ilk düştüğü an yaptığım şey, koşarak fotoğraf hocamın odasına gitmek oldu. Ona yapmak istediğim işi ve aklımdaki dogumfotosu.com alan adını söylediğim an gözlerinde o yüreklendirici  ifade olmasaydı, bu işi yapamazdım. Sonrasında destekleriyle ilerleyebildiğim sevgili hocam Doç. Dr. Melih Zafer Arıcan, DogumFotosu’nun en büyük destekçisi olarak hayatımda yer aldı hep.

İlk Doğum Fotoğrafı Çekimleri…

“İnternetçi” de olmamın verdiği avantajla kendime anne adayları aramaya başladım önce. Kurduğum ve binbir emekle yürüttüğüm www.aile.org un kullanıcıları arasından anne adayları ile buluşup, öncelikle onların doğumlarını görüntülemek istediğimi söyledim. Bir anda içinde muhtemel doğum zamanları ve hastane bilgileri olan bir dünya e-posta yağmaya başladı.

Normalde herhangi bir işe başlarken, benden önce bu konuda neler yapılmış diye araştırırdım. Doğum fotoğrafı konusunda ise, kendimi tamamen olayın doğallığına ve akışına bırakmaya karar vererek, bir kez olsun dünya üzerinde kimler bu konuda neler yapmışlar diye bakmadan ilk doğumumu bekledim. Beklerken de özel bir hastanenin ameliyathane ekibinden, ameliyathane ve doğumhanede nasıl davranmam gerektiği, sterilizasyon konularında bilgiler ve eğitimler aldım.

Kimseye duyurmadan, “Ben bir doğum fotoğrafçısıyım” demeden önce tam 82 doğum görüntüledim, üstelik çok kısa bir sürede. Bu işi gerçekten yapıp yapamayacağımı anlamam, yaptığım işten mutlu olup olmayacağımı görmem gerekiyordu. Ve elbette tek bir doğumla değil, elimde sağlam bir portfolyo ile insanların karşısına çıkmalıydım. Sabırlı olmalıydım.

Aile.org anneleri, kendi arkadaşlarım, arkadaşlarımın tanıdıkları derken, cep telefonum çalmaya ve hiç tanımadığım insanların “doğum fotoğrafı” talepleri ile karşılaşmaya başladım.

İlk Doğum!

İlk doğuma gideceğim günün bir gece öncesinde gözüme uyku girmedi. Daha önce defalarca internet üzerinden doğum videoları izlemiştim. Ancak canlı canlı bir doğumu seyretmek bende nasıl etki edecek bilemiyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpa çarpa gittim sabah hastaneye.

Dizlerim titreyerek girdiğim ameliyathaneden, dünyalar güzeli bir bebekle, gözlerim dolu dolu ve “başardım” diyerek çıktım.

Bu hislerin ilk doğumlara özgü olduğunu sanıyordum ancak aradan seneler geçmesine ve 700 den fazla doğum görüntülemiş olmama rağmen, halen ilk gün olduğu gibi doğumlara heyecanla gidiyor ve gözlerim dolu dolu çıkıyorum her doğumdan.

Her Şey Çok Kolay Olmadı!

Bugün olduğu gibi yaygın ve bilindik bir meslek değildi o zamanlar doğum fotoğrafçılığı. Bugün bile yeterince bilinmiyor belki de. İşte bu yüzden, doktorların ve diğer ameliyathane ekibinin bana güvenmesi gerekiyordu. Bunun zaman alacağını bilerek, ameliyathane ve doğumhanede varlığımı bile hissettirmeden çalışma yöntemleri geliştirdim kendime. Bu yöntemlerimin işe yaradığını, sonradan doğum fotoğraflarını çektiğim ailelerden de “orada olduğunuzu bile hissetmedik, bu kareleri hangi arada çektiniz” şeklinde yorumlarla anladım. Zamanla ameliyathane ve doğumhane ekipleri de, benim de çalışma alanımın onlarınki ile aynı olduğunu ve onlara rahatsızlık vermeden çalışabildiğimi gördüler ve bana güvendiler.

Ama iş sadece ekiple bitmiyordu. Aile tarafından da kırılması gereken önyargılar vardı. Babalar ve dedeler (yani ailenin erkekleri:) ilk duyduklarında çok tepkili davranıyorlardı doğum fotoğrafı fikrine karşı.

Makinemi elimden almaya çalışan dededen tutun, doğuma kendi makinesi ile girip, “Ben de çekeceğim ve sizinkilerden farklı olmayacak” diye iddialaşan babaya kadar, pek çok önyargılı aile ile tanıştım. Neyse ki bu aileler sonradan yakın arkadaşlarım oldular.

Her Gün Yeni Bir Şey Öğrenerek…

Mesleğimle ilgili hiçbir zaman “oldum” diyemedim kendime. Her çektiğim karede, şu da olsaydı, bu olmasaydı, bunu da böyle yapsaydım diyerek kendimi eleştirdim durdum. Her doğumda yeni bir şey öğrenerek ve keşfederek, adım adım ilerlemeye devam ediyorum.

Evet, fotoğraf çekmek insanların büyük çoğunluğunun hobisi, ancak benim mesleğim. “Hobi” olarak fotoğraf çekmeyeli, belki de seneler oldu ve bundan hiçbir zaman da rahatsızlık duymadım. Kendimi başka başka alanlarda (mesela ilk paragraflarda sözünü ettiğim “internetçilik” mevzusunda) eğlendirerek, eğlendiğim her şeyi mesleğime entegre etmeye çalıştım. Çocuklar için, çocuklarla birlikte bir şeyler yapmak beni besledi.

Ailelerin bebeklerini beklediklerini öğrendikleri andan, çocuklarının ergenlik dönemi sonuna kadar yararlanacakları Aile.org; çocuk tacizine karşı Doç. Dr. Ayten Erdoğan ile açtığımız ve ilerleyen dönemlerde daha etkin projelerini hayata geçirmeyi planladığımız BeniKoruyun.com, beni besleyen, eğlendiren, yenileyen, tazeleyen, çocuklarla fotoğraf turları düzenlediğim ve onların dünyaya başka bir gözle baktıklarına şahit olduğum FoturFotur.com, başlıca hobilerim arasında diyebilirim. Fotoğrafçılığın dışında, pardon Doğum Fotoğrafçılığının dışında, canla başla internetçilik de yapmak hayatımı güzelleştirdi.

Demişti, dersiniz!

Hedeflerim var. Öncelikli hedefim yukarıda da bahsettiğim gibi, her gün yeni bir şey öğrenerek mesleğime devam etmek. Şimdilik ameliyathane ve doğumhanelerde çok mutluyum ancak ilerleyen dönemlerde, içinde bir bebek/çocuk için her şeyin ama her şeyin düşünüldüğü, sıkılmadan saatlerini geçirebileceği harika bir fotoğraf stüdyosu.

Ve bir başka hedefim ise BeniKoruyun.com ile ilgili. Türkiye’nin her noktasına uzanabilecek, çocukların güvenle sığınabileceği platformların yaratılmasına katkıda bulunmak ya da ön ayak olmak.

Son Olarak…

Sevgili İpek Aral Kişioğlu, kendini, hedeflerini anlatan bir yazı yazar mısın dediğinde, “seve seve” diyerek söz vermiştim. Aradan 1 ay geçmiş ve ben ancak oturdum yazabiliyorum. Yazdıklarımdan memnun muyum? Pek sayılmaz. Daha çok ve daha güzel anlatmak isterdim, ancak kelimelerim yetersiz kalıyor.

Hani insanın hayatını değiştiren şeyler vardır ya.

Mesleğim benim hayatımı değiştirdi, güzelleştirdi. Bebeklerimin varlığı, ilk nefeslerine tanıklık etmek, büyüdüklerini görmek hayatımın en büyük kazançlarından biri.

Kendimi çok şanslı hissediyorum. Umarım hayatımın sonuna kadar hep yaşarım bu mucizeyi.

Alev Durmuşoğlu
Doğum Fotoğrafçısı

www.dogumfotosu.com
www.aile.org
www.alevdurmusoglu.com
www.benikoruyun.com
www.foturfotur.com

Otizmliyim, Ben De Varım, Ben De Vatandaşım!

2 Nisan Dünya Otizm Farkındalık Günü. Türkiye’de sayısı 0-14 yaş grubu çocuklarda sayısı 125.000 bini bulduğu düşünülen otizmli bireyleri tanımak, anlamak için çok önemli bir gün.

Otizm Platformu, Türkiye’deki otizmli bireylerin ekonomik, sosyal ve kültürel hayata tam katılımlarının sağlanması amacıyla ülkemizde bu alanda çalışan önde gelen 17 sivil toplum örgütünün bir araya gelmesi ile oluşturulmuş bir sivil toplum hareketi. Amaçları otizmle ilgili toplumsal bilinçlendirme ve yapılandırma çalışmaları kapsamında lobi faaliyetleri ve iletişim çalışmaları gerçekleştirmek. Bu çalışmaları dahilinde hazırladıkları web sitesi aracılığıyla otizm hakkında kapsamlı bilgiyi kamuya ulaştırıyorlar.

Otizm Nedir?

Otizm, doğuştan gelen, beynin ve sinir sisteminin farklı yapısından ya da işleyişinden kaynaklandığı kabul edilen nörolojik bir bozukluktur. Başkalarıyla etkileşimde bulunmayı engelleyen ve kişinin kendi iç dünyasıyla baş başa kalmasına yol açan otizm, genellikle 3 yaştan önce ortaya çıkarak, bireylerin sosyal iletişim, etkileşim ve davranışlarını olumsuz olarak etkilemektedir.

Tüm dünyada tanılama bilimselliği kabul edilen DSM- IV/V ölçütlerine göre 2009 itibari ile ABD başta olmak üzere bir çok ülkede otizm teşhisi 100 çocukta bire, kızlara nazaran hastalığın ¾ oranında daha yoğun görüldüğü erkek çocuklarda ise 94 çocukta bire kadar çıkmaktadır. Dünyada son yıllarda şeker, kanser ve AIDS dahil olmak üzere bir çok hastalıktan daha fazla sayıda otizm teşhisi alınmaktadır.

Otizmin Nedenleri Nelerdir?

Otizmin genetik tabanlı olduğu görüşü ile yapılan çalışmalarda bazı ipuçlarına rağmen, otizme neden olan genler henüz belirlenememiştir. Genetik faktörlerin çevresel koşullarla (yanlış beslenme, çevre kirliliği, kimyasal maddeler, yanlış ilaç kullanımı)tetiklenebileceği düşünülmektedir. Otizmin biyolojik nedenlerini anlayarak tedavisini geliştirmek üzere yürütülen yoğun bilimsel araştırmalardan henüz genellenmiş kesin sonuçlar alınmamıştır.

Ne zaman otizmden şüphelenmelisiniz?

Eğer çocuğunuzda aşağıdaki özellikler varsa;

• Sizinle ve başkalarıyla göz kontağı kurmuyorsa,
• İsmi söylendiğinde veya çağrıldığında dönüp bakmıyorsa, söyleneni işitmiyor gibi davranıyorsa,
• Konuşmada yaşıtlarının gerisinde kalmışsa, başkaları ile söyleşiyi başlatma ya da sürdürmede belirgin bir bozukluğu varsa, basmakalıp, yineleyici (ekolali) ya da özel bir dil kullanarak garip konuşuyorsa veya konuşması hiç gelişmemişse,
• Gözleri sık sık bir şeye takılıp kalıyorsa,
• Anlamsız gülme veya ağlama krizleri varsa,
• Parmağıyla istediği şeyi işaret ederek göstermiyorsa,
• Oyuncaklara amacına uygun oynamayı beceremiyorsa, yaşıtlarının oynadığı oyunlara ilgi göstermiyorsa,
• Ellerini kanat gibi çırpma, parmak uçlarında yürüme, kendi çevresinde veya eşyalar etrafında dönme, sallanma, çırpınma şeklinde garip ve yineleyici hareketleri (stereotipi) varsa,
• Bir şarkının bir bölümünü tekrar tekrar söylemek, dolapların kapaklarını sürekli olarak açıp kapatmak, ayak parmaklarının ucunda odanın bir ucundan öbür ucuna koşturmak, bazı eşyaları döndürmek veya sürekli sıraya dizmek gibi çeşitli ilgi ve davranış takıntıları varsa,
• Günlük yaşamındaki düzen değişimlere aşırı tepkiler veriyor ve uyum sağlayamıyorsa,
• Kendilerine ve çevrelerine yönelik zarar verici davranışlara sahipse,

vakit kaybetmeden doğru teşhis ve tanılama için Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı bulunan üniversite hastanelerine veya çocuk ruh hastalıkları uzmanı veya çocuk nöroloğu bulunan Sağlık Bakanlığı’na bağlı devlet hastanelerine başvurmanız önerilmektedir.

OTİZMin tedavisi var mıdır?

Otizmin bugün için kabul edilen en önemli tedavi aracı, erken yaşta verilmeye başlanan yoğunlaştırılmış ve bireyselleştirilmiş özel eğitim dir. Erken yaşta tanı alarak,doğru yöntemlerle ve yoğun şekilde özel eğitim alan otizmli çocukların yarısına yakını, otizme özgü sorunların çoğundan uzaklaşabilmekte, genel eğitim düzeni içinde okula gidebilmekte ve yaşıtlarının sahip oldukları becerileri edinerek bağımsız bir birey olarak toplumda yerlerini alabilmektedirler.

Erken Teşhis ve Özel Eğitimin Önemi

Otizm tanısı sadece konunun uzmanları tarafından konabilir. Günümüzde 12 aylıktan itibaren tanı konulabilmektedir, erken yaşta tanı konması özel eğitime de erken başlanması açısından önemlidir. Yaşamın ilk 5 yılı, beynin en hızlı gelişim gösterdiği dönemdir. Özellikle 5 yaşından önce alınan yoğun özel eğitim desteği ile otizmin belirtileri ortadan kaldırılıp davranışlar değiştirebilir.

Özel eğitim, ihtiyacı olan bireylerin eğitim ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için özel olarak yetiştirilmiş personel aracılığı ile uygulanan geliştirilmiş eğitim programları yardımıyla her otizmli çocuğun kendi özgü gereksinimlerine göre yürütülerek, çocuğa yaşına uygun beceriler ve toplumda kabul edilen davranışlar kazandırmayı hedefler.

Özel eğitim alan otizmli çocukların sosyal ilişkilerinin geliştiği, iletişim becerilerinin arttığı ve takıntılı davranışlarının azaldığı bilinmektedir. Özel eğitimin yoğun ve kesintisiz olarak, yılda 12 ay haftada 40 saat uygulanması için, uzman-eğitimci-aile üçgeninde bir ekip oluşturulması, ailelerin de eğitimciler ve uzmanlar tarafından çocuğa öğretilen becerileri evde de öğretmeye devam etmesi gerekmektedir.

Eğitim hakkı her çocuk için anayasal bir hak olmasına ve okulöncesi eğitim zorunlu olmasına rağmen, ülkemizde otizmli çocuklar için erken çocukluk (0-3 yaş)programı yoktur, okulöncesi (3-6yaş) dönemine yönelik eğitim programlarının da geliştirilmesi gerekmektedir.

Çocuğunuz bu yaş dönemlerinde ise, özel eğitimi için hiç vakit kaybetmeden özel eğitim ve rehabilitasyon merkezlerine veya özel eğitim okullarından size yakın olan birine başvurmanızı ve çocuğunuza uzman yönlendirmesi ile eğitim aldırmaya başlamanızı tavsiye ederiz.

Özel eğitim maliyetlerinin bir kısmı, devlet tarafından karşılanmaktadır. Çocuğunuzun hiç vakit kaybetmeden eğitim alabilmesi için, teşhisin kesinleşmesini takiben eğitim alabilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı size en yakın Rehberlik ve Araştırma Merkezi’ne (RAM) başvurmanızı öneririz.

Yalnız değilsiniz!

Çocuğunuzun otizmli olduğundan şüphe ediyorsanız veya yeni teşhis aldıysanız, otizm konusunda doğru bilgilenmeli ve otizmle yaşamın zorluklarını öğrenmelisiniz. Unutmayın ki, otizmin nedeni siz değilsiniz, ayrıca erken tanılama ve özel eğitim desteği ile otizmli çocuğunuz zamanla gelişim göstererek toplumda bağımsız bir birey olarak yerini alabilir.

Otizmle yaşamayı kabullenmek, anne-babalar için uzun, zorlu ve iniş-çıkışlı bir süreçtir. Ailede her birey bu süreci farklı yaşayarak, durumu anlamakta ve kabullenmekte sorunlar yaşayabilir. Siz de otizmli bir çocuk ebeveyni olarak önünüzdeki bu yeni hayat düzenine uyum sağlamakta zorlanırken, bir yandan da yakın çevrenizdekilerin durumu anlamaları ve kabul etmeleri için çaba harcamak zorunda kalabilirsiniz.

Bu süreçte ülkemizde otizmle ilgili çalışmalar yapan ve ağırlıklı olarak otizmden birincil derecede etkilenen aileler tarafından kurulan dernekler veya vakıflara katılarak destek ve bilgi alabilir, çalışmalara siz de katılarak otizm konusundaki bilgilendirmenin artmasını sağlayabilirsiniz.

Kaynak: http://bendevatandasim.com/

Neden Danışmanlık?

Geçen yıl benim için kariyer yolumda bir dönemeçti. On iki yıllık profesyonel hayatımı bir şirketin/topluluğun bordrosuna girmekten ziyade danışmanlık projeleri üstlenerek veya ekiplerinde yer alarak devam ettirmeye karar verdim. Bu kararı almamın pek çok nedeni var. Nedenlerin en önemlisi hangisi diye soracak olursanız, “bireysel verimlilik” cevabımı verebilirim.

Benim için mesleğimde “bireysel verimlilik” ne demek? Aslında çok kapsamlı ve uzun olan cevabı “bir şirket/topluluğun profesyonel üzerindeki uzun vadeli bütün kısıtlamalarından sıyrılmak ve bireysel üretkenliği arttıracak daha özgür alanlara, uygulamalara kayabilmek” şeklinde özetleyebilirim.

Mesleki olarak kendimi değerlendirdiğimde iki alt başlık üzerinde uzmanlığımı derinleştirdiği söyleyebilirim: İşe alım ve Performans Değerlendirme/Geliştirme.

İnsan Kaynakları mesleğine insan analizine yönelik doğal yeteneğim olduğu keşfi ile çok değerli yönetim danışmanı Oktay Bora Yağız tarafından sokuldum. İşe alım süreçlerinde uzmanlığımı derinleştirmem ise kendimin de yeteneğimin içeriğini anlayıp, onu çok bilinçli şekilde işlememle oldu.  Şu an diyebilirim ki “ben iyi işe alım yaparım.”

İkinci uzmanlık konum Performans Değerlendirme sistemleri ile ise şu an vardığım noktada etkin şekilde birey, bölüm ve şirket performansı ölçebiliyor, strateji haritaları çıkartabiliyor ve şirketlerin gelişimine dair projeleri ekipler ile geliştirip, hayata geçirebiliyorum.

Meslek içindeki on üçüncü yılımın içindeyken çok net görebiliyorum ki, sürekli geliştirmek için yoğun emek sarfettiğim iki uzmanlık alanımda, büyük veya küçük sadece bir kurumsal yapı bünyesinde çalışmak benim iş verimliliğimi düşürüyor, yapabilirliklerimi azaltıyor ve zaman içinde de motivasyonumu olumsuz etkiliyor.

Elbet yazdıklarım her İnsan Kaynakları profesyoneli için geçerli değildir. Her bireyin zihinsel, yetkinliksel ihtiyaçları birbirinden farklıdır. Önemli olan sevdiğiniz bir meslekteki verimliliğinizin ve iş yapma güdünüzün ne zaman, neden düştüğünü farketmek ve süratle kendinize mesleğiniz üzerinden alternatifler üretebilmektir. Benim ürettiğim danışmanlık açılımında hali hazırda büyük bir stratejik yönetim ve İnsan Kaynakları projesi yürütüyorum. İkincisi kapımda. İşe alım yapıyorum.  Uzmanlık alanlarım dışında kalan İnsan Kaynakları fonksiyonlarını talep doğrultusunda kurup işletiyorum. Kaynağım İnsan ile bilgimi, tecrübemi, görüşmelerimi paylaşıyor, şirketlerin ilan çalışmalarını yayımlıyor, serbest zamanlarımda gençlerle bir araya gelerek onlara yaşam ve kariyer koçluğu mahiyetinde sohbetler geliştirebiliyorum. Önümüzdeki günlerde eğitim vermeye başlamak gibi planlarım var.

Şimdi de kendime soruyorum :

Benim gibi bir İnsan Kaynakları Danışmanı daha ne ister?

Cevap:

Daha çok iş, daha çok bilgi, daha çok gelişmek, daha çok başarı ve daha çok özgürlük 😀