Özetle haber Türkiye’nin BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) yıllık ‘İnsani Gelişme Endeksi’ raporunda bu yıl üç sıra geriliyerek 79’culuğa indiğini, ‘Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi’ verilerine göre ise Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de gerisinde, 1o9 ülke arasında 101. olduğunu yazıyor.
Bu sonuçlar elbet bir kadın olarak beni çok şaşırttı ve üzdü. Kendi kendime “nedir ki bu endeksin parametreleri?” diye sorduğumda cevabımı da haberin ilerleyen bölümlerinde aldım: Cinsiyeti güçlendirme ölçüsü kadınların siyasal ve ekonomik hayatta etkin bir rol üstlenip üstlenemediklerini gösterir. Bu ölçü, kadınların parlamentodaki sandalye sayısının; kadın yasama üyelerinin, üst düzey yetkili ve yöneticilerin; kadın profesyonel ve teknik çalışanların oranını ve ekonomik bağımsızlığın bir göstergesi olarak kazanılan gelirdeki cinsiyete bağlı eşitsizliği ölçümler.
Kendime veya çevreme baktığımda bizler hayatları, tercihleri, kariyerleri üzerinde söz sahibi olan kadınlarız. Ama biz bu ülkenin yüzde kaçıyız? Belki %3, belki %5. Türkiye’de yaşayan kadınlar olarak bizleri ilgilendiren verilerin olumsuzluk boyutunu haberin ilerleyen bölümlerinde KADER Başkanı Avukat Hülya Gülbahar aktarıyor: “Türkiye’nin 81 ilinden 39 il genel meclisinde bir tek kadın üye yok. Türkiye’nin yarısında iller kadınsız meclislerce yönetiliyor.”
Sergilediğimiz tablo bu kadar kötü iken ‘ne yapabiliriz?’ diye düşünüyorum.
Aklıma gelen tek çözüm ‘eğitim’ oluyor.
Ancak eğitim yeter mi?
Hayır, eğitimli bunca kadın varken neden hiçbirimiz bu ülkenin yönetiminde söz sahibi olabilmek adına çaba harcamıyoruz?
Yoksa biz gerçekten apolitik bir duruş sergileyip rahatımızı mı seçiyoruz?
Söylemini duymaya bile tahammülümüz yokken, bilinçaltımızda “erkek hakim bir toplumda” yaşamayı mı seviyoruz?
Yeterince mücadeleci değil miyiz?
‘Başarılı erkeğin arkasındaki kadın’ profilimi mi daha çok hoşumuza gidiyor?
Sanmayın ki bu sorulara cevap yazacağım, yazamam çünkü ben de kendi kendimi sorguluyorum. Hatanın ana kaynağını bulmaya çalışıyorum.
Türkiye kadınsız gelişemez ama ilk başta bunun bilincine kadınlar varmalıdır. Kadınlar yasalarla elde ettikleri hakları hayata geçirebilmelidir.
Ama bir ülkenin başbakanı her kadına üç çocuk doğrumasını tembihlerken uluslararası endesklerde de kendimizi nasıl üst sıralara taşıyabileceğimizi de çözemiyorum ! Kanımca uluslararası endeskler bir yana, başbakanımıza göre kadının Türkiye’nin gelişmesindeki katkısı sadece üreme sayısı ile paralel ilerliyor.
Ey kadınlar, büyük bir paradoks içindeyiz, farkında mısınız?
İpek’in “Engelliler ile çalışmak – I” yazısı FriendFeed‘e düşer düşmez yorum yazanlardan biri oldum. Yoruma yorum derken, hoş da bir sohbet oluştu. Bu noktada İpek’in zarif teklifi ile bir şeyler yazıyorum. IK konusunda pek de söz sahibi değilim. Ancak konudan da çok fazla uzaklaşmamak için bir engelli olarak (diğer deneyim yazılarımdan farklıca) kendi tecrübe ve gözlemlerimle çalışma hayatından, patron ve engelli işçi ilişkisinden bahsedeceğim. Yazı, bir bakıma FriendFeed yorumlarımın daha derli bir hali olacağından, “hep aynı şeyleri yazıyor bu adam da” hissini verebilir. Aldırmayınız.
En amatör, önemsiz denebilecek iş tecrübelerimi de hesaba katarsak, 14-15 yaşımdan beri aktif olarak çalışıyorum. Son 4-5 yıla bir miktar ajans tecrübesi de kattım. 2.5 yıldır ise düzenli bir maaş ile tamamen faal olarak çalışıyorum. Bu süreçte pek çok defa iş aradım, pek çok defa reddedildim ya da bir kaç defa işe alındım. Her biri, “engelli çalışan” ve engelli/engelsiz işveren ilişkisi için de birer tecrübeydi.
Yukarıdaki paragrafta “engelli çalışan” sıfatını kullandım. Fakat olması gereken, yalnızca “çalışan”dı. Zira 10 yıllık tecrübelerim süresince ofise gidemiyor oluşumu yoksayarsak, engelim işime bir an dahi mani olmadı. Pek çok işimin “freelance” sürdüğünü gözetirsek de hiçbir şekilde mani olmadı.
Eğer yapılacak iş ve engel durumu bir biriyle orantılı değilse, hiçbir şey işe mani olmaz. Benim engelimin büyük bölümü bacaklarımla ilgili. Elimi, kolumu, gözümü, “beynimi” kullanabiliyorum. Pedallı bir dikiş makinesi kullanan terzi, A Milli Takımı’nda oynamak isteyen bir futbulcu olmayı düşünmediğim sürece hemen her işi yapabilirim. Diğer tüm engelliler gibi.
Ancak işveren cephesinde -ve toplum genelinde- durum böyle algılanmıyor. Hep bir “sen çalışamazsın”, “işimize yaramaz” düşüncesi hakim. İlginç olansa, bu düşünce var olduğu sürece bireyde yarattığı hissiyat ile doğruluğunu koruyacak. Eminim size de birileri işlerine yaramayacağınızı öğütlerse, işe yaramadığınızı düşünürsünüz. Al sana kısır döngü…
Bu noktada, her şeyden önce işverenlerin fikirlerini değiştirmesi gerekli. Engelli, şişman, uzun, kısa, kel, eğitimsiz… Her birey işini doğru yaptığı sürece, kurum için işe yarardır. Bir iş ilanı verilir. Eğer CV istenilen kriterleri karşılıyor ve görüşme için üst sıraya çıkmışsa, engel ya da kilo gözardı edilmelidir. Çok şanslıyım ki, doğru adamlarla çalıştım ve çalışıyorum. Fakat çok defa da bu şekilde reddedildim.
İşverenlerin tamamen yanlış bir fikir yapısına sahip olduklarını ve hatalı olduklarını dillendirmeye, 3-5 cümle ile anlatmaya çalışsam da; işverenleri haklı çıkaracak durumlar da var. Bu noktada iki temel öğeden bahsedebilirim.
Biri, tamamen iş veren kaynaklı. Bir engelliyi istihdam ederken, yalnızca yasal zorunlulukları gözönünde bulundurmak, “sen bizim işimize yaramazsın ama yasa gerekli kılıyor” deyip işe almak ve hatta “sen işe gelme, çalışma; biz paranı verelim” diyecek kadar ile gitmek ve onur kırıcı olmak ya da önceki paragraflarda da sözettiğim gibi, bireyden bir verim beklemeyip demoralize etmek. Oysa zaten hangi biriniz hiç keyifsizce çalışabilirsiniz ki? Bir engelliye diğerlerinden fazla olmayacak kadar ihtimam göstererek kesinlikle düşünülen işgücü ve para kaybı önlenebilir.
İkincisi ise, tamamen engelli kişi kaynaklı. Bugüne dek çok fazla projede ve bir kaç işte çalıştığımdan bahsettim. Çalışma hayatımda da bir çoğunuz gibi hatalar yaptım. Kimi fark edilmeyecek kadar küçük, kimi proje için çok önemli olacak kadar ya da sadece biraz zaman kaybettirecek kadar küçük hatalar. Bunların sonucunda da yine bir çoğunuz gibi üstlerimce azarlandım, tartıştım. Pek çoğu makul, bazıları dozunu aşıp tehdite varan cinsten şeylerdir. Kiminde hatamı kabul ettim, kiminde hakkımı savundum. Fakat tüm tartışmalar, iş sınırlarında kaldı. Hepsi ilgili işe dairdi.
Fakat görüyorum ki; özel ilgi bekleyen, kimi zaman acındırmaya giden, hata yaptığında bunu engeline bağlayan, “ben engelliyim, hata yapabilirim. patronum bunu gözardı edebimeli” şeklinde düşünen engelliler de çok az değil. Oysa kurum için sorun oluşturan bir durum varsa, olağan iş etiği çerçevesinde gereği yapılmalı aynı zamanda. Bu düşünce, memur olup sırtını devlete yaslama gibi kendini sağlama alma dürtüsü, işveren için hiç de kabul edilir olmamalı. Ben işini doğru yapmayan fakat engelli diye fazlaca ihtimam bekleyen biri ile çalışmak istemezdim.
Bunca yazıyı özetlersek; Engelli kişi kendisinin, patron işçisinin engelli olduğunu unutursa; her iki taraf için de kişi “engelli çalışan” değil, “çalışan” olur. Hatta belki bunca baskının üstüne gelen rahatlama kişiyi “çok çalışan” yapabilir.
Aslında yazı boyu anlattığım bir çok detay, engelli olmayan kişilerle de örtüşüyor. Yazının engelli odaklı olmasının önemi ise şurada: Net bir sayı verilmese dahi, Türkiye’de en azından 10 milyon engelli var. Bunlardan yalnızca bir elini kullanamayacak, biraz topallayacak kadar -nispeten- küçük engellere sahip olanlar dahi, engellenerek “işsizlik engeli” gibi daha büyük engeller kazanıyor. (engellilik sebebiyle işsiz kalmak, ülkedeki işsizlik sorunundan farklıdır.) 10 milyon engelli, aileleriyle birlikte (en azından bir anne/baba/eş ile) neredeyse 30 milyon can demek. Bu neredeyse ülkenin yarı nüfusudur. Çok korkunç..
Sadece, düşüncelerinizin sizi engellemesine izin verip, faklı engeller kazanmayın. Her şey çok daha güzel olacak…
Akşam iş çıkışı muhasebe müdürünün arabasında eve doğru yol alınır. Bir tane daha çalışan vardır aracın içinde. Az sonra abisinin arabasını görür kız. Yanyana dururlar ama abisi görmez kızın farkeden bakışlarını. Adamlar farkederler abisi yerine. “Birini mi gördün?” sorusunu “Abimi” diye cevaplar kız. Ardından abisinin aracı bizden daha ileride durur. Konuşma başlar…
Muh. Müdürü : aa özürlü (!) plakası, abiniz özürlü mü?
kız : Evet abim bedensel engelli, (ama bu engel kime göre ve neye göre bir anlasam???)
diğer çalışan : yaaa nesi var (!!!)
kız : (üzerinize afiyet azıcık sinir ve kemikleri kopmuşta) Doğum sırasında olmuş.
Muh. Müdürü : Neresi özürlü peki?
Kız: (Otomotiğe alınmış gibi cevap verilir) Doğum sırasında elleri önce çıkmış. Ebe de dikkatsizce çok çekince her iki kolunda da sinir kopması ve kemik kırılması olmuş, sol kolunu iyileştirebilmişler ama sağ kolu çok fazla zarar görmüş. Şu an sağ kolunu kullanamıyor…
Diğer çalışan : Yaaa tüh tüh… ee araba kullanıyor. (Arabaya arkadan bakmaya çalışarak abimi arama)
Kız : evet araç otomotik vites özel dizaynlı. Zaten sağ kolunu kullanamıyor sadece.
Muh. Müdürü : hııııı (üzüntülü bakışlarla) evli mi?
Kız : evet çocuğu bile var. (garip olan ne???)
Diğer çalışan : İyi bari. kaç yaşında abiniz?
Kız : ( :S ) 40
Diğer çalışan : Ebenin hatası mıymış peki?
Kız : (herkes suçlu arama psikolojisinde sanırım) Öyle görünüyor ama belki o an oda anneyi kurtarmak için tek yolun bu olacağını düşündü. Bilemiyoruz.
Muh. müdürü : hımmmm. Cık cık cık. Yazık olmuş
Diğer çalışan : …… Bey işte olacağı varsa oluyor, Allah öyle istemiş.
Kız : ( :S )
Muh. müdürü: ne iş yapıyor abiniz?
diye diye konuşma uzuyor. 20 dakika kadar kendi kendilerine engellileri, mesleklerini, evlenmelerine dek bir çok konuya getirilerini – görütülerini konuşuyorlar.
Biz abimi fiziksel olarak kendimizden farklı görmedik. Emin olun birisi bize hatırlatmasa bizim çoğu zaman aklımıza bile gelmiyor. Bakış açılarımız başkaları gibi olamadı. Gerçekten araba sürmekten, yüzmeye dek her şeyi yapabilen bir insan o. İş ortamında 35 yaşında küpe takabilecek kadar özgür ve ailedeki herkezden daha güzel yaşayan bir insan. Sürekli gülümseyen, en iyi esprileri bulup seni de güldüren bir insan. Kızı doğduğunda çevremizdeki çoğu insan yengeme acıyan gözlerle baktılar, görüyorduk… Ama abim onda bile yanılmadı bizleri, enfes bir baba oldu. Şuan yiğenim 14 yaşında aynı bana benzeyen bir genç kız oldu. Babası ile gurur duyan.
Abim çoğu zaman insana acaba kim daha engelli diye düşündürtecek kadar fikirleri geniş birisi üstelik. Hukuk dalında dersler verir. Açtığı blog sayfasıyla da bu bilgilerini paylaşıyor şu anda ve oldukça geniş bir okur grubu var. Yine ücretsiz mahallelerde gezip bilgi veriyorlar 15 kişilk bir grupla. Demem o ki biz burada otururken o insanlar oturmuyorlar. Hayatı dolu dolu yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Değer biliyorlar…
Ayrıca kör bir aile dostumuz var. Kendisi avukat, hani dışarıdan baksanız biraz Müslüm Gürsesi andırır tipi. Hani çok dış görünüşe önem veren bir milletiz ya…! Ama bir karısı var, hem güzel, hem sevecen, gözü gibi bakıyor adama. Çok tatlı kızları var birde. Yiğenimin babasına bakışlarını görüyorum onda. Tabiki herkesin kusurları var dünyada ölüm değil bu, Lütfen kendi özürlerinizi, engellerinizi başkalarına mal etmeyin. O kör adam dolmuşa bile binip ineceği durağı biliyor ya hayretle bakarsınız.
Yine de insan kendisi ile ne kadar barışık olursa o kadar mutlu olur düşüncesimdeyim. Onların bakış açısından ziyade kendi bakış açılarımızı değiştirelim. Ama bizim toplumumuzda insanların yaftalayacakları bir konumda bulduğumuz için, ne yaparsak yapalım kafamızdaki engelleri kaldıramıyoruz.
Her müşterisi abime bu soruyu sorar kaza mı diye? Tokalaşırken herkes duraksıyor öbür elimizi mi uzatsak diyerek? Ama onun cevap verirken veya el uzatırken ki suratını görürseniz ne demek istediğimi anlarsınız. O kadar halinden memnun, gururlu bir havada söylüyor ki, bundan utanmıyor. Yaşamından, sağ kolunu kullanamamasından dolayı kimseyi suçlayıp, yaşamıyor. Demek istediğim biraz da biz onları dışlayarak bu hale getiriyoruz.
Şirketlerin insan kaynağı tedarikine devlet bazı kanuni zorunluluklar getirmiştir. Bunlardan en önemlisi engelli ve eski hükümlü çalıştırma zorunluluğudur. 4857 nolu İş Kanunu‘nun 30. maddesi bu zorunluluğu geniş çaplı olarak düzenler. Kanun esas itibariye “İşverenler, elli veya daha fazla işçi çalıştırdıkları özel sektör işyerlerinde yüzde üç özürlü, kamu işyerlerinde ise yüzde dört özürlü ve yüzde iki eski hükümlü işçiyi meslek, beden ve ruhi durumlarına uygun işlerde çalıştırmakla yükümlüdürler.” der.
Eski hükümlü çalıştırmanın zorlukları bir başka yazının konu başlığı olmalı çünkü bu ve bundan sonraki yazım engelli iki iş arkadaşımın çalışma, üretme azmine ayrıldı.
Her yıl sonbahar aylarının klasiğidir Ticaret Meslek Liselerinden gelen muhasebe, bilgi işlem stajyer adayları ile görüşmek. Adaylardan biri geliyor, diğeri gidiyordu ve durum vahimdi. Liselilerden birçoğu daha dört temel matematik işlemini yapamaz seviyedeydi. Bir taraftan anlaşmalı olduğumuz iki lisenin sorumlu muavini ile telefonda görüşüyor, yakınıyor, bana iyi adaylar göndermesi konusunda titizleniyor, diğer taraftan odadan çıkan yetersiz gençleri gülerek uğurluyordum.
Derken odamın kapısında bir adam ve kız çocuğu belirdi. Adam çekingen biçimde elinde kızının başvuru formunu tutuyordu. “Buyrun” dedim. “Ama sadece kızınızı alacağım görüşmeye, siz dışarıda bekleyeceksiniz lütfen”. Adam mahcup bir şekilde güldü ve geri çekildi kızının odaya girmesi için. Odaya gözleri pırıl pırıl parlayan ufak tefek genç bir kız girdi.
“Merhaba, gel lütfen” dedim. Bana doğru ilerlemeye başladığında yürümesindeki yoğun aksamayı farkettim.
Karşıma oturdu.
Ben konuşmaya başlamadan “Muavinimiz beni göndermek istemedi, beni istemeyeceğinizi söyledi ama ben ısrar ettim” dedi ürkekçe.
Güldüm hafifçe ve “seni niye istemeyecek mişim?” diye sordum.
“Sakat olduğum için” dedi sanki kötü birşey yapmış da azar bekleyen çocuk korkaklığıyla.”Beni okula da almak istememişti, boşu boşu okuma, kimse sana iş vermez demişti”.
ve görüşmemiz bu tonla devam etti. Onu ve babasını benden haber beklemelerini söyleyerek uğurladım.
Akabinde ne oldu? İsmini iznini almadığım için vermek istemediğim tatlı kızı grup şirketlerinden en çok iş öğrenebileceği bir tanesine stajyer olarak yerleştirdim. Ama asıl güzel haberi şirkette bir yılı doldurduğunda amirinden aldım. Amiri onun yüksek performansından o kadar memnun kalmıştı ki, onu kadroya almaya karar vermişti.
Tatlı kızım ile yemekhane her karşılaşmamızda onun günden güne ne kadar değiştiğini, kendisine güveninin iyice arttığını, neşelendiğini farkettim. Eğer eğitimini de devam ettirirse onu çok daha iyi pozisyonlarda görebileceğimi biliyorum çünkü gerekli çalışma, üretme isteği, başarma hırsı var bu insanda. Engelli olması kendi zihninde problem yaratmadıkça, ürettiği işinde tam tersine belki de ana verimlilik kaynağı. Yeter ki, kendine güvensin.
Son kelimelerimi “engelli olduğun için sana kimse iş vermez” söylemini geliştiren ve okula bile almak istemeyen müdür muavini gibiler için yazıyorum:
“Sizin gibilerin beyninizdeki engeller, engellilerin bedenlerindekinden kat kat daha büyük ve onların hayat adına asıl engelleri sizlersiniz. Toplam nüfusun % 10’unun engelli olduğu ülkemizde sizlerin acilen rehabilite edilmeniz, eğitilmeniz, bilinçlendirilmeniz toplumsal sağlık adına çok kilit bir konudur ”
Geçtiğimiz günlerde Geliştrend kurucu yazarı Ömer Ekinci “Vitrine değil, iklime gelen bir ekiple çalışın -Güzel bir hikaye-” başlıklı güzel bir yazı yayınladı (aşağıda linkten ulaşabilirsiniz) ve belki hiç düşünmediği şekilde bir “boş masa,dolu masa” tartışması başlattı. Ardından değerli hocamız Uğur Özmen konudan esinlenerek “Tabula Rasa=Boş Masa” yazısını yazdı. Eee, kambersiz düğün olmuyor, önemli bir konu, derhal ben de birkaç kelimemi eksik etmek istemedim.
🙂
Benim masamın üstü gün sonu itibariyle her zaman bomboş olur. Bu anlatımım sayesinde sevgili Ömer Ekinci’nin kaleme aldığı hikayedeki danışman tarafından kapının önüne konanlar listesinde ön sıralarda yer alıyorum. Kısacası ben söz konusu danışmanla hiç mi hiç anlaşamıyorum.
“Arkadaşını göster, sana kim olduğunu söyleyeyim”, “ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” gibi özlü sözler vardır hepimizin sık sık duyduğu. Acaba bu özlüler zincirine “bana çalışma masanı göster, sana kim olduğunu söyleyeyim” ifadesini de ekleyebilir miyiz? Cevabım belki … bazen …
Öncelikli olarak ben neden kendi masamı gün sonunda üstünde inler cinler dans etsin dercesine boşaltırım, onu söyleyeyim. Çünkü ertesi gün onun üstü öyle dağılacak ki, her akşam o dağınıklığı tasviye etmez isem, bir önceki günün dağınıklığı ile boğuşarak ne güne iyi başlayabilirim, ne de devamını verimli getirebilirim. Bu toplamaya özen göstermek çabası benim gün sonunda beş dakikamdan fazlasını almaz. Zaten iki ana büyük dosyam vardır. Bütün dağınık kağıt birikintilerini onların içine koyarım. Dosyalarımı da çekmeceye. Haftada bir de toplu temizlik yapmak sizin masanızın üstünün pırıl pırıl kalmasını sağlar. Belki “kadın” olduğum için bu düzen takibi diyelim ama iş hayatında seksist yargılarda bulunmak çok da sağlıklı değildir. Bana göre herkes masasını temiz ve boş tutabilir, tutmalıdır eğer yeterince organize çalışıyorsa, çalışabiliyorsa.Temizlik, düzen iş akışının tabir yerinde ise hammallığıdır. Bu hammallığı istikrarlı yapabilen insan sabırlıdır.
Bunun dışında elbet hiç iş yapmadığı için masası boş olanlar vardır. Ama bu durum onların suçu değildir. Elemandan önce amire bakmak gerekir. Devlet kadrolarında boş oturanlara dem vurulduğunda “evet” diyorum, “haklısınız”. Kadrolar dolacak, şişecek ki istihdam açığı kapanacak. Politikacı “başarılı” olacak, gelecek seçimler için oy toplayacak.
Benim iş hayatındaki masa düzeni takibimde belli başlı şu noktalar dikkatimi çeker; genelde kadınlar masalarını daha çok kişiselleştirirler. Çocuk, aile resimleri, minik biblolar, çiçek, böcek resimleri ile süslerler. Kendilerine adeta ikinci bir ev yaratırlar. Erkeklerde ise evli ve evcimen olanlar çocuklarının fotoğraflarını hemen bilgisayar başına koyarlar. Bekarlarınsa hayatlarında önemli bir rol oynayan hobileri var ise illa buna dair bir aksesuvar bulunur etrafta. Bütün bu dekorasyon çabalarının altında rahatlamak, optimizm arayışı vardır. Aynı kişiselleştirmeyi şirkette kendi kahve/çay kupasını kullananlar ve kullanmayanlar şeklinde de görebiliriz. Kendi kupasını getirenlerin bilinçaltında aslen duygusal bir yaklaşım, bağlanma, aidiyet arayışı vardır, diğerleri ise daha ben merkezlidir.
Sözün özü, ben şirketlerin insan kaynağını mümkün olduğunca özgür bırakmaları taraftarıyım. Günümüz iş hayatının en büyük problemi aşırı stres kaynaklı motivasyon düşüklüğüdür. Şirket sahipleri/yöneticileri kurumsal kimlik değerlerini organizasyonlarına yerleştirmeye çalışırken şekilden ziyade içeriğe önem vermelidir. Kıyafet/ofis/masa düzeni, doluluğunu değil, çalışanların kafalarının doluluğu veya boşluğunu takip etmelidirler. Birincisi, yani görsellik kolaycılıktır. İkincisi ise patron/yönetici için insan kaynağı için emek sarfetmesi demektir.
Lütfen sevgili patron/yöneticiler çalışanlarınızın ne yaptığını/yapmadığını masalarının üstünün ne halde olduğu yolu ile değil, onlarla performansları, beklentileri üzerine birebir diyaloğa girerek anlamaya çalışın.
Birleşmiş Milletler Örgütü 1975’i Dünya Kadınlar Yılı olarak duyurduktan sonra, 16 Aralık 1977’de de 8 Mart’ı Dünya Kadınlar Günü olarak kabul etti. Kadınlar adına pozitif ayrımcılığın her zaman arkasında olduğum gibi, 8 Mart Dünya Kadınlar Günümüzü de çok önemsiyorum. Bu nedenle bir yazı yazmaya karar verdim, kendi görüş açımdan kadını anlatmak, biraz da belki kendi kadınlığım üzerine yazarak düşünmek istedim.
Yazıma çocukluk yıllarıma dönerek başlayacağım. Fazlaca azgın bir velet olarak ebeveynlerime oldukça sıkıntılı zamanlar yaşattığımı biliyorum. O yıllarda barbie bebekleri ile oynayan sokaktaki kız çocuklarına bakar sonra da gider apartmanımızın girişindeki demirde takla atardım veya bisiklete biner, gitmemizin yasak olduğu çevre sokaklarda gezerdim veya yan apartmanın bahçesinde misket oynar, “keşke hemen büyüsem” derdim. Kızlarla fazla oynayamaz, onlardan sıkılır, erkeklerin yanında başlangıçta mutlu olsam da ilerleyen dakikalarda kendimi “onlardan” hissetmezdim.
Çocukluktan ergenlik dönemlerine geçtiğimde de durum pek farklı olmadı. En yakın arkadaşlarım, doğal sürecinde tabii ki kızlardı ama ya onlarda bende olmayan birşey vardı, ya da bende olan birşey onlarda yoktu. Bu farklılığı hep hissettim, hala da hissederim. Nedir bu farklılık peki ? Hepimiz “kadın” genellemesinin altında olsak da her kadını hemcinslerine göre farklılaştıran şey nedir? …. bu sorunun cevabı bence “ruh” tur.
Tanrı bizlere ortak olarak yuvarlak hatlı vücutlar, büyüyen göğüsler, bir vajina ve doğurganlık özelliğini vermiştir. Bu fiziksel niteliklerimiz ve toplumsal kültür doğrultusunda yıllar içinde zorunlu şekillenen beynimiz ile biz kadınlar birbirimizden sadece “ruhlarımız” ile farklılaşırız. Ruhlarımız bizi, beni tüm kadınlardan, tüm insanlardan farklı ve özgür kılar.
Bana göre kadının doğurganlık niteliği erkek ile arasındaki ana hayata bakış farklılığını yaratıyor. Bu farklılığı ben 34 yaşımdan sonra hissettim. 34 yaşıma kadar kelimenin tam anlamıyla bencil ve özgür bir hayat süren ben, tekil olmaktan çoğulluğa geçme isteğini, ihtiyacını bu yaştan sonra hissetmeye başladım. O güne kadar hayatı ciddi bir eğlence olarak algılarken, bu ihtiyacı hissetmeye başladıktan sonra yuva kurmak, çocuk doğurmak üstüne düşünmeye başladım. Ve gördüm ki, insan zihninde bir arayışa başlarsa eğer gerçek sonuca ulaşabiliyor. Şimdi bir yuvam, eşim ve çocuğum var … ve hayat bu büyük artıları ile “aynen” devam ediyor. Ben anne olduktan sonra ruhumun özgür yapısının farklılaşacağını düşünürdüm, öyle değilmiş, hayata çılgın bakışımın durağanlaşacağına inanırdım, hiç alakası yokmuş. Anne olmak meğerse kadın ruhunun özünü hiç değiştirmiyormuş, bütün yaşam çoşkusunu korumanın ötesinde bir de onu çok zenginleştiriyormuş. Meğerse ruhum minik bir beynin, kızım Yaprak’ın hayata, insanlara, objelere değişik, yaratıcı yaklaşımları ile şoke olabiliyor, heyecanlanabiliyor, hayran kalabiliyormuş.
Bir kadının hayatındaki en önemli paydaşı kendisine seçtiği partneri, eşidir herhalde. Uzun veya kısa süreli, sürekli etkileşim içinde olduğunuz karşı cinsin hayata bakışı, ahlakı, çalışkanlığı, alışkanlıkları, sohbeti, bilgisi, estetiği illaki sizi de yoğun şekilde etkiler. Zaten bu girdileri birbirinden çok farklı olan insanların birlikteliklerinin de verimli veya tarafları geliştirici olacağına inanmıyorum. Hani derler ya “bana arkadaşını göster, sana kim olduğunu söyleyeyim”, aynı söylem bence evlilik hayatı içinde geçerli “Bana eşini göster, sana kim olduğunu söyleyeyim”.
Bana göre kadın hayatta ve birlikteliğinde kendisini kabul ettiği, kendisine güvendiği kadar güçlüdür, hakimdir. Bir kadının ruhu ancak olmayı istediği derecede özgürdür. Bir kadın hayal edebildiği sürece gelişir, değişir. Bir kadın kazanmayı istediği kadar savaşır. Bir kadın saygılı olduğu kadar saygındır. Kadın mutlu olduğu kadar mutlu eder, çalıştığı kadar kazanır. Kadın bir tek çocuğu için kendinden vazgeçer, böyle bir fedakarlığı da ruhunda büyük zenginleşme ile kendisine döner.
Ancak kendi ruhunun ve ruhundan kaynaklı yaratıcı gücünün farkında olmayan kadınlar bekler, gösteri mahiyetinde ağlar, bol bol estetik yaptırır, ağzından dedikodudan başka birşey çıkmaz, giderek yanlızlaşır, çoraklaşır ve toplumdaki ahlak seviyesinin düşmesine neden olur. İşte ben 8 Mart Kadınlar Gününde bütün kadınlardan kendilerinin farkına varmalarını, mevcudiyetlerinin nedenini sorgulamalarını, kendilerini sevmelerini ve hayal kurmalarını istiyorum. O zaman dünya kadınlar için daha yaşanır bir hale gelecek.
Ben de kendi çapımda kadınların kendi güçleri, akılları, annelik dışındaki üretici vasıfları ile en önemlisi birbirlerindeki potasiyeli görüp, esinlenmeleri ve hemcinslerinin farkına varmaları için Kadın Blogları web sitesini açtım. Gün geçtikçe üye sayımız artıyor. Ama sitenin teknik desteğini veren “erkek” kısmı biraz daha iyi ve terminlere uygun çalışırsa herşey çok daha daha güzel olacak; aynen hayatın her alanında olduğu gibi. 😉
Bu arada 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal’ın ilçenin bütün kadınlarının ev kapılarına bıraktığı kırmızı karanfiller için teşekkür ederiz. 😀
Bütün kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun. ( resim Fikret Mualla )
.
KADIN YÜZÜ
Kadın Yüzü Yaradan, kadın yüzü çizmiş sana eliyle,
İstek dolu sevgimin efendisi dilberi;
İnce kadın yüreğin öğrenmemiştir hile,
Bilmez kadınlardaki kancık döneklikleri;
Gözlerin daha parlak, kahpelikten yoksundur,
Neye bakarsa baksın altın yaldız kaplatır;
Erkeklerin en hoşu, en hoş şeyler onundur,
Erkekleri büyüler, kadınları çıldırtır.
Seni yaratmış olsa kadın olarak önce
Yaradan bile çılgın bir sevgi duyacaktı,
Ama bir hiç uğruna bir fazlalık verince
Varlığına doymaktan beni yoksun bıraktı.
Değil mi ki kadınlar için yaratmış seni,
Sen sevgimi al, onlar sömürsün hazineni
William Shakespeare
(bu şiir, bir kadın olarak böyle önemli bir günde benim erkeklere yönelik iltifatımı ve çok net anlaşılabileceği gibi kimi erkeklerin (açık, gizli, bazen de çok gizli) kadınlara olan nefretini sembolize etmektedir. Shakespeare için hayat kimbilir ne kadar zordu ! )
Mesleğim İnsan Kaynakları. İnsan Kaynakları”cı” olmak için pek birşey yapmanıza gerek yoktur. Ne bir mühendis gibi üst düzeyde teknik altyapıya ihtiyaç vardır, ne de bir avukat kadar hukuk bilgisine. Bir parça güzelseniz ( bakımlı demek daha doğru olur ), birazcık da “şık giyinseniz” alın size, İnsan Kaynakları Uzmanı. Evet, maalesef bizim işimize dışarıdan bakanların çoğunluğunun düşüncesi budur ancak ben imajımızı tartışmak adına bu yazıyı yazmıyorum. ( Örneğin bu fotoğrafta saçım son derece uzamış ve kötü görünüyor.)
Bir iç hizmet bölümü olarak İnsan Kaynaklarının amacı en uygun çalışanları bünyeye katarak, onların motivasyonlarını üst seviyede tutmak yolu ile şirketin insan girdisinden kaynaklı verimliliğini optimize etmektir. Bizim işimizde 12-13 ana kalem vardır. Sıralayalım;
1. Stratejik Planlama – misyon – vizyon : Bizler elimizdeki çalışanlarla aşağıda sayacak olduğum işleri nasıl yapsak diye oturur, yazar çizeriz. İnsan kaynakları olarak nereye varmak istediğimizi hayal etmek ve sonra hayallerimizi hayata geçirebilmek zorundayızdır. Burada ince nokta hayallarimizin-hedeflerimizin tabii ki şirket, Yönetim kurulu (YK) ve Genel Müdür’ün ( GM ) hedeflerine hizmet eder nitelikte, uyumlu olmasıdır. Sürekli revizasyon gerektirir.
2. İşe alım ve işten çıkartma : İyi işe alım yapmaz iseniz 5 yıl içinde şirketinizin kapanmasına neden olabilirsiniz. Binlece adayla karşılaşırsınız, en iyi aday ile en uygun adayı, işe göre adam ile, adama göre iş yaklaşımlarını harmanlarsınız, ararsınız, ararsınız… . İşten çıkartmalarda psikolojik boyutun hassaslığı yanında kanuni altyapının da sağlam olmasına dikkat edersiniz. ( özellikle yeni 4857 nolu İş Kanunundan sonra hepimiz topun ağızındayız )
3. Performans Değerlendirme : Çalışanların performanslarını bilimsel ölçemezseniz yeni 4857 sayılı İş Kanunu elinizi ayağınızı fena bağlar. Performansı ölçülen çalışan geri dönüş bekler, ödül veya prim vermez iseniz “vah halinize”, verirseniz de “vah halinize”. Sağım solum sobe.
4. Eğitim : Çalışanların eğitim ihtiyaçlarını tespit etmek bir ciddi çalışmadır, eğitimler için bütçe çıkartmak ise bir başka olay. Alınan eğitimlerin geri dönüşünü ölçmenizi isteyen İSO tetkikçileri karşısında maymuna dönmeyi hiç anlatmayayım. Yöneticiye çalışanı eğitmenin, patrona ise yöneticiyi eğitmenin gerekliliği üzerine uzun söylevler verirsiniz. Patronu ise Harvard Business School veya London School Of Economics’e gönderebilmek için eşelenir durursunuz. Bir parmağınız havada ” Eğitim şart” sloganları atar, yakalayabildiğiniz herkesi seminer salonuna sokmaya çalışırsınız.
5. Endüstriyel Psikoloji : Aile problemleri, psikolojik problemler, şirket içi kavgalar, çekişmeler, davranış bozuklulukları, cinsel taciz , …
6. Kariyer Planlama : Parmağını artı değer yaratmak adına oynatmamış insanlar en kısa sürede nasıl yönetici olabileceklerini öğrenmek isterler. Düşünün ben onlara ne anlatıyor olabilirim acaba ?
7. İletişim : İletişim ikiye ayrılır; masa üstü, masa altı. Bizim gülen yüzümüzün altındaki işimiz masa altının edebini, ahlakını, düzeyini, ahengini, istikrarını, sınırlarını takip etmektir. Teknik olarak da intranet kurmanızda çok fayda vardır. Ortak kimya oluşturmak için çalışanlar hergün ortak söylemlerle karşılaşmalıdır.
8. Transfer – Atama – Terfi : Kim, nereye, nasıl, ne zaman gidebilir ve gidemez … oturur ilgili GM veya YK ile konuşuruz, bazen alınmak istenen kararı tartışırız, bazen de teklif götürür talep ederiz.
9. Ücretlendirme – Prim – Ödüllendirme : Ücretlendirme ve prim sistemlerinde ortadan çatlasanız, en süper sistemi kursanız patron bir çırpıda silebilir. Kademe-derecelendirme ile başarı kriterlerini iyi oturtup ödül sistemine yönelmek en faydalısıdır.
10. Risk Yönetimi : Kanunlardan ve maliyetlerden kaynaklanabilecek maddi riskeri, iş güvenliği ve işçi sağlığı uygulamalarını takip etmek durumundasınızdır. Fabrikanızın kapısına birgün kilit bile vurulabilir.
11. Motivasyon : Bizim milletimizi en çok motive eden şey maalesef yöneticilerin en az yaptığı şey ” takdir” dir. Maaş boyutu patronlar için motivasyon kaynakları sıralamasında tabii ki sondadır !!! 🙂
12. AR-GE : Benim için en önemli ayaktır. Yukarıda yazılı 9 maddenin bilimsel, sistematik uygulamalarının hayata geçirilmesi, uygulanması, denetlenmesi ve geliştirilmesi için kafamı kaşırım, okurum, araştırırım, mühendisleri toplar tartışırım, onlara bol bol hesap kitap yaptırtırım, bunalıma girerim, Samet Bey’le kavga ederim, saçım yarım saat içinde beyazlar, uykularım kaçar, bilgisayar başı proje çalışırken 12 saat yerimden kalkmadan bir koca kutu çikolata bile bitiririm…vs. vs.
13. Diğerleri : İş süreçlerine ve çalışan profillerine olan hakimiyetiniz nedeniyle eğer çalışma ve zeka kapasiteniz de uygunsa YK ve GM tarafından olur olmadık her işe, projeye dahil edilebilirsiniz. İK zihnini esnek tutmak zorundadır.
İşimi yaparken en çok sevdiğim üç şey vardır. Birincisi nitelikli insanlarla görüşmek beni çok mutlu eder. Kontak kurduğunuz zihinler işlerinin iyisidirler, onlardan öğrenecek mesleki, sektörel, şirketsel, yönetsel çok bilgi vardır. Her nitelikli mülakat ile bilgi bankanız gelişir. İkincisi işe aldığınız çalışanların başarılarına tanık olmaktır. Üçüncüsü insanların size duyduğu güveni ve inancı hergün çok yoğun hisseder, yaşarsınız. Sizinle kendilerini bütün içtenlikleri ile paylaşırlar. İyilerin dostu, kötülerin korkulu rüyası olursunuz. Elinizdeki güç kimi zaman sarhoş edicidir ama asla şımaramazsınız. Çünkü güç sorumluluk getirir, sorumluluk ise çok ağır bir yüktür. Güçlendikçe yükünüz artar. Yükü kim taşır ? Hammallar. Yani güç hamallık demektir. Kısacası her iyinin içindeki kötüyü, her kötünün içindeki iyiyi görürsünüz, nötrölize olursunuz hayata ve insanlara karşı. Beklentisizlik noktasına gelirsiniz. Eğer dikkat etmezseniz insanlar üzerine kurulu mesleğiniz yüzünden yaşam çoşkunuzu bile kaybedebilirsiniz. Benim bunca hobimin, ilgi alanımın olmasının nedeni yaşama tutunabilmektir.
İnsan kaynakları “insan”nın kendisidir. İçinde bilimsellik, akıl, sevgi, sağduyu, çalışkanlık, dürüstlükte de olabilir, tam tersi de. Bu felsefenin derinine inmek bize kabul
lenmeyi, yani salt “insanı sevmek” kavramını getirir.
Evet, inkar etmiyorum İnsan Kaynakları mesleğinde bir parça güzel-bakımlı olmak ve birazcık şık giyinmek faydalıdır çünkü siz çalışanlar karşısında şirket imajının yansımasısınızdır. Mülakata gelen adayın şirket adına tanıdığı ilk yüzsünüzdür. Bu yüz antipatik, bakımsız ve saldırgan da olabilir, sempatik, bakımlı ve dostça da. Ancak emin olabilirsiniz, bizim işimizde akıl yollu “insan sevme” yeteneği ile sabıra sahip değilseniz ve duygusal zekanızı pozitif yönde tarafsız kullanamıyorsanız, insanlara “hayır” diyemiyorsanız, alim-i cihan olsanız fayda etmez.
Unutmamak gerekir ki, her meslekte olduğu gibi İnsan Kaynakları uzmanlarının da iyisi ve kötüsü vardır.